Gazap Üzümleri; 1930’lar Buhranının getirdiği ekonomik krizle birlikte topraklarından edilen Joad ailesinin uzun göç hikâyesini anlatıyor. Tıpkı bir bebeğin dünyaya gelişi gibi uzun ve sancılı. Tıpkı ölü doğmuş bir bebeğin sessiz çığlığı gibi çaresiz. Yine neden bu kadar geç kaldım, daha önce okumadım diye hayıflandığım bir kitap oldu. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki okuyucuyu yormayan akıcı bir dile ve güçlü betimlemelere sahip. Öyle ki beş yüz kırk sayfa boyu göç eden Joad ailesinin iş arayan bir ferdi, ha bozuldu ha bozulacak her an yolda bırakacak diye beklenen otomobilden bozma kamyonu, yağmurdan veya güneşten koruyan çadırı, kahvesini tatlandıran şekeri ya da lapasını kaynatan çalı çırpısı; ne olduğunuz fark etmeksizin ailenin ‘bir şeyi’ oluyorsunuz. Yoksulluk, açlık, dışlanma, çaresizlik, haksızlık ve daha nice imkânsızlıkla baş etmeye çalışan ailede herkesin bir ismi var, “Ana” hariç. O sadece “Ana” olarak anılıyor. Doyuran, ısıtan, toparlayan, dağılmaya müsaade etmeyen, tüm bu zor şartların en ağır yükünü çeken olsa da şikayetlenmeyen. Eksiliyor ama dağılmıyor Joad ailesi. Onları her defasında toparlayan “Ana” var. Sahi ana olmak bunu gerektiriyor değil mi? Kitabın sonu ise kalbimi yaraladı. Çok ama çok tanıdık bir his yumru olarak boğazıma oturdu. Okuyun, mutlaka okuyun…
Nazenin sokak sakinlerinin kâh güldüren kâh hüzünlendiren, çokça şükretmeyi öğreten ve aralarındaki bağa imrendiren nahif hikâyelerini okuyorsunuz bu kitapta. Yazarın dili yalın olmakla birlikte betimlemeleri oldukça güçlü. Sizi yormayacak, çapraz okuma yapmanıza müsait bir kitap. Yazarı sosyal medya üzerinden takip edenler, teslimiyetini ve bazı duygulara hasret kalıp kavuşma şenliğini kitaba nasıl güzel yansıttığını fark edecektir. Olur da incelememi okursa kaleminden çok güzel denemeler çıkacağı kanaatimi naçizane paylaşmak isterim.
-Ne düşündüğümü söylememi ister misin? -Söyle. -Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük. -Gören körler mi? -Gördüğü halde görmeyen körler.
-Hiçbir şeyi kendimize kader yapmaya hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki… Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Sonra da ağır bir sesle: -Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış!
Yolun büyüğü, küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul’u fethetmiş. Descartes da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerinde Konuşma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Descartes değiller diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğiniz şeyin büyüklüğü bizim içimizdedir.
Birdenbire babasını olduğu gibi karşısında gördü ve bu hayal ona, bir daha onu görmeyeceğini, sonuna kadar onun varlığından uzak kalacağını, bir insanı bir daha görmemenin, sesini bir daha işitmemenin, bir daha hayatına girmemenin keskin ve yenilmez acısıyla ona hatırlattı.
‘Gel,’ dedim, ‘beraber kaçalım.’ Acı acı güldü, ‘Ağam,’ dedi, ‘ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..’ Onu nasıl sevdiğimi anlattım: ‘Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,’ dedim, ‘bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?’
Eskiden ahmak bir insan gördüğümüzde, dikkatimizi çektiği için şöyle bir bakar sonra yolumuza devam ederdik. Ancak günümüzde, sosyal medya sayesinde bu ahmakların milyonlarca takipçisi var.
Temet Nosce en basit haliyle “kendini tanı-kendini bil” gibi bir anlam içerir. İlk bakışta önemsiz bir ifade gibi gözükse de inan bana bir insanın kendini tanıyabilmeyi başarması, hayatı boyunca ulaşabileceği en büyük bilgeliklerden birisidir.