Aldatıldığını düşünen bir adamın, utancından dolayı kimliğini gizleyerek 'başkasının karısı' olan bir hanımefendiyi takip etmesiyle geçiyor tüm kitap.
Kadın belki aldatıyor ya da aldatmıyor. Bu esas konu olsa da kitap boyunca insanların birbirlerini aldatıp ahlaksızlıkla suçlamalarının aslında altı boş bir itham olduğunu anlıyorsunuz. Sanki çok basit bir hata yapılmış gibi kimse tepki vermiyor. Sadece lafta suçlamalar yapılıyor. Suçlayan insanlar da bu ahlaksızlığın parçası olmasına rağmen hiç alınmıyorlar, kötü hissetmiyorlar. Öyle tuhaf bir toplum oluşmuş.
Yoksulluğun ve alkolün insanlara neler yaptırabileceğini anlatan gerçekçi ve sade bir kitap. Zaten Emile Zola, kitaplarında daha çok aile içi ve toplumsal sorunlardan bahseder.
Bu sorunlar ne kadar değişirse değişsin kaynakları hep yoksulluk ve yozlaşmadır. Kitabı okuduğunuzda birçok olay belki size tanıdık gelebilir çünkü kitapta her ne kadar Fransız insanları anlatılıyor olsa da olay bir ulustan ve coğrafyadan ibaret değildir.
Bu kitabında da bir kadının toplumdan ve yoksulluktan dolayı çöküşünü doğru sürüklendiği anlatılmış.
"Büyük adamların yaşamları hatırlatır bize Nasıl Yüce kılacağımızı kendi yaşamlarımızı Ve bizi terk edip bıraktıklarında geride Gösterecek ayak izlerini zamanın kumları"
"İnsanlığın keder dolu tarihi aslında yanlış başlangıçların tarihiydi. Bataklıktan çıkmaya çalışırken her seferinde daha da batarak boğulan bir yaratığın hikayesine benziyordu"
"Tanrı ilham verici bir yanılgıydı ve artık ona kendisi hakkındaki gerçekleri söyleyeceğiz, belki de bu şekilde onu en sonunda gerçek bile kılabiliriz."
"Zira Tanrı büyük umutlarla parlak bir başlangıç yapıyor, adamın birini yeni bir sayfa açması için teşvik ediyor ve sonrasında da onu yarı yolda bırakıyordu."
Homeros'tan sonra dinlendirici, kısa bir bilim kurgu okuyayım diye başladım Wells'e. Fakat kitabın seksen sayfa olması sizi yanıltmasın. Bana kalırsa Homeros'un kitabından çok daha ağır ve doğru çıkarımlar yapmak için yavaşça okunması gereken fikirler barındırıyordu.
Öncelikle tanrının, yeniden bir Nuh tufanıyla insanlığı 'temizlemesi' kararıyla başlıyoruz. Bulduğu Nuh ise, eskinin aksine modern bir Nuh'tur ve hemen tanrının kararlarını sorgulamaya başlar.
Wells, hem toplumdaki yozlaşmayı eleştirir hem dini olayları sorgular hem de siyasete dokunur.
Muhteşem bir intikam hikayesi anlatılmış. Zengin bir adam olan Kirk'ün, kaldığı otel odasında bulduğu mektupla tüm hayatı değişmeye başlar. Mektubu gönderenin peşinden gider ve bu sırada nedenini bilmediğimiz sebeplerle sürekli kabuslar görür. Bir süre sonra tamamıyla uyuyamaz olur. Artık eskisi gibi zengin ve alımlı bir adam değildir. Korkuyla, kendisini kurtarmak için yoluna devam eder.
Sonu oldukça basit ama korkunçtu. Hikaye de yüzeysel kalmıştı. Iki yüz safya, yüz sayfaymış gibi akıcıydı bu nedenle. Üzerine çok düşünmeden hızlıca okuyabileceğiniz bir kitap.
Herbert Wells'in olağanüstü hayal gücü yine harika bir eser ortaya çıkarmış. Bilim ve merak ile hareket eden insanların, başka canlıların doğasını bozup tanrı rolü oynamaya çalışmalarını konu alıyor bu kitap. Farklı karakterdeki insanların ne kadar ileri gidebileceklerine şahit oluyoruz. Etik değerlerden tamamen uzaklaşmayı başaran bir adam, kararlı insanların arkasından gitmekle kendini güvende hisseden öz güvensiz başka bir adam ve hikayenin protagonistinin yolları bir adada birleşiyor.
"Esrârını kaybetti hayâlimde şeref, şan; Rûhumdaki cevher bir ayâr oldu kömürle; Kalbimde ne can kaldı, ne cânan, ne de hicrân... Bitmek dilerim böyle nebâtî bir ömürle."
Faruk Nafiz, Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi ve Istiklal Savaşı yıllarında çocukluk ve gençlik dönemlerini geçirmiştir. Belki de bu sebeplerden dolayı, o zamanlar yaygın olmayan bir şeyi yapıp türlü sebeplerle Anadolu'yu gezmiştir. Bu seyahatler onda Memleket edebiyatını yaratma arzusu uyandırmıştır.
Bu isteği için ilk adımı, kitaba da adını veren Han Duvarları isimli, epey bilinen şiirini yazarak atmıştır.
Homeros, on sene süren savaşın elli bir gününü yirmi dört bölümde anlatmış. Savaş, kralların kralı Agamemnon'un Akhilleus'un ganimatini alması ve en güçlü savaşçı Akhilleus'un da buna tepki olarak savaştan çekilmesiyle başlıyor.
Savaş boyunca birçok ünlü veya daha az bilinen isimleri okuyorsunuz. Bu savaşçılar bazen ölüyor bazen de öldürüyorken çıkıyor karşımıza.
Kitabın girişinde doksan sayfalık bir bilgilendirme yer alıyor. Homeros'un kimliği, Troya kentinin milattan sonra nasıl keşfedildiği ve bu iki destanın sözlü mü yoksa yazılı mı aktarıldığı açıklanıyor. Benim için bu kısım, destanın kendisini okumaktan daha yorucuydu. Hatırlanması gereken çok fazla detay vardı.
"Kavurucu ateş bir dağ doruğunda Büyük bir orman içinde ışıldar hani, Görülür parıltısı ta uzaktan, Yürüyen ordularda silahların parıltıları Öylece göklere ağıyordu yayıla yayıla."
"Her yalnız âşık değildir; ama her yanmış aşkın kuytusunda yalnızdır. Ateşinden değil ateşsizliğinden yanmışım diyorum. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü."
"Başımı kesip kör kuyuya atsalar... Şah damarımdan oluk oluk kanı akıtsalar... Dokuz yurda tenimi lime lime dağıtsalar... Yedi çakal sürüsü vücuduma saldırsalar... Kırmazdı acılar beni, yorardı belki teni. Özümsün, özümle ararım MevIâna'm seni. Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için ölmek ne demekmiş."
Diğer mutasavvıflara kıyasla Şems ve Mevlana benim için oldukça değerli. Din anlamında bir değerden bahsetmiyorum. Aksi halde, kendini fıkıh ve kelam gibi ilimleri anlamaya adamış kişileri daha önemli bulabilirsiniz. Çünkü bunlar dini, din vasıtası ile dinin tanrısını anlamanın temel yoludur. Şems de bu ilimleri erken yaşta öğrenmiştir ancak bu ilimler onun için araçtır. Allah sevgisine götüren yoldur. Mevlana'nın kendisini kitap okumaya kaptırmasını da çokça eleştirmiştir keza. Onlar için aşk ilk sırada gelir. Ibn Arabi'nin dediği gibi, ilim yalnızca akılla öğrenilemez.
Fakat ben, iki velinin tek bir ruh oluşturmasını seviyorum. Birbirlerinin ruhunda kayboluyorlar. Bir bütün oluşturuyorlar ve muhtemelen bu da aşklarını ikiye katlıyor. Insan-ı Kamil sıfatı tek bir kişiye atfedilirken, iki sufinin ilişkisi sayesinde bir ruh olmalarına da uygun buluyorum.
Kitaptaki tek sıkıntı, noktalama işaretlerinin eksikliğiydi. Bu da anlam karmaşasına neden oluyordu ara sıra. Mevlana ve Şems'e ilgisi olanlar için güzel bir kaynak. Yorucu da değil içerdiği derin anlamlara kıyasla.
Gece Yarısını DÖRT Geçe'nin devamını anlatan ikinci kitap. Toplamda, birbirinden bağımsız iki korku hikayesinden bahsediyor.
Ilk hikaye sakin bir kasabada sigortacılık yapan bir adamın, küçük bir konuşma hazırlamak için kütüphane gitmesiyle başlıyor. Bu kütüphane oldukça anormal ve tehlikeli bir yaratığı da içinde barındırıyor. Bu yaratık oldukça eskiye dayanan bir tarihe sahip. Bizim sigortacıdan ne istediği de tam bir gizem. Okudukça hem sigortacı Sam ile aynı korkuları yaşıyorsunuz hem de hikayeye kendinizi iyice kaptırıyorsunuz.
Ikinci hikayede ise doğum günü hediyesi olarak bir fotoğraf makinesi alan delikanlının, makinenin çektiği fotoğrafların bugüne ait olmadığını anlaması ve fotoğraflarda beliren yaratıktan kurtulmaya çalışmasını okuyoruz. Bu hikaye de ilki gibi dehşet vericiydi. Derslerim olmasa bir günde bitirecektim tüm kitabı. Hem korkarak hem de zevkle okudum iki hikayeyi de.
King'in kalemi yine olağanüstü. Fantastik ve korku türünde çok geniş ve hayranlık uyandırıcı bir hayal gücüne sahip.
Özellikle korku ve gizem türünü sevenlere şiddetle tavsiye ederim Stephen King romanlarını.