ARAYIŞ, sadece yolda olmak değildir aynı zamanda yoldan da çıkmaktır. Tüm sınırlarını aşmak ve ruhani bir yolculuk. Salt delilik ya da özgürlük değil bahşedilen sadece kopuş. Toplumdan zaten vazgeçen bireyin en sonunda kendinden de ümidini yitirmesi. Lakin yolumuzun üzerinde bize cesaret verenlerin olması yeni bir umut ışığı gibi görülebilir(!) İşte tüm hikayenin koptuğu an. Bilirsiniz ya bazen ilerlemek için kopmak gerekir. Tüm bağları yitirmek : geçmişle ve gelecekle. Aydınlığı satmadan karanlıktan nasıl çıkabilir insan...sıyrılamadığımız ve birçok kederimiz de ortak. Bu imgelem bu coşkunluk varoluşun çürük kokan mücadelesi hepimiz bu kervanın güdüldüğü diyardayız. Bilincin dışına yerleşen bu vurum kitabı elinize aldığınız anda ki noktada sizi de serüvene itiyor.
Ya tüm yaşamımız bir rüyaysa? Ve aslında uyandığımızda tüm gerçeklik algımız yitiyorsa? Ve mazimizin bilinenin tam aksi sadece bir kayıp olmadığını kim ispatlayabilir? Hatırladığınız kadarını hayat olarak kabul ediyorsunuz. Ve bu sizi "salt yanıltan şey." Tüm yaşamımız sadece başka bir yaşamın telaşı. Ve uyanıklık hepimiz için korku olacak. Çünkü hiç yaşamadık. Hepimiz yaşama, gözlerimizi kapattığımızda başlayacağız. Bizleri ayıran tek şey : rollerin farklı olması. Rüya: insanı uyandırır. İşte bu bilinçle bu kitabı bir defa kavramak gerekiyor gerisi zaten gelecek. Ve bir defa gerçek ile bağını yitirirsen sayın okuyucum korkarım ki kitap bitmeyen bir yolculuk olacak ve sonunda kapalı kutu hep kapalı kitap ise hiç açılmamış.
Tüm karakterleriyle baştan sona bir çırpınış hikayesi. Kimi can veriyor ellerde kimi de can buluyor! Her karakterin kitaptaki herhangi bir nesnenin bulunma ve o an orada durmasının bir sebebi var. Sembolleri kullanabilmek ve hatta onlara bir ruh ihtiva etmek her halde her romancıda olduğu gibi banada büyük bir haz vermekte en azından bende oluştuğu kesin. İmge 4 bölümden oluşuyor eser. 1-3 bir olarak algılanmalı. Her bölümün farklı bir kritiği var. Ancak son bölüm ya bizim kafamızda bir şey uyandırır ya da kitabı yaktırır. :)
Umay'ın en çok hoşuma giden özelliği ise oyunlar oynamasıydı. Deliliğin o son evresi artık. Kurtulamıyorsak delirmeliyiz. Yaşasın delirmek için yaşam mücadelesi verenler! Umay delidir demiyorum ama sayın okuyucu hangimiz akıllıyız ki? İstemez miyiz Eyfel Kulesinin altında Maupassant ile bir öğle yemeği yemek. İşte tam sırası. :)
Yazarken de fuzuli şeylerden kaçınma gereksinimi duydum. Toplumun beğenisini umursamadım ve evet bir sanat icra ediyorsam bir sanat olmalı. Okunduğu zaman ne bu ya değilde iyi ki okundu. Dudaklarda bir tat kalpte bir sevgili bırakmayan eserleri tutmuyoruz şimdilerde... ve karakterleri taşımak ise bir meseleydi. En çok zorlandığım yer de burası oldu. Umay bir hastaysa hasta gibi davranmalı ve ölü olan herkes ölü gibi. Gerçek olmayanlarsa kendi kimliklerini taşımalıydılar. Okuyucu bunu bilmeli mi, anlamalı mı? Tarkovsky gibi davranmayı seçtim. Her şeyi okuyucuya vermek onu aptala yerine koymaktır. Benim okuyucularım Uhrevi bir yolculuktadır. Onlar her şeyi keşfedip bulacaklar. Ama şunu söylemek istiyorum. Hiç kimse yolculuğun kolay olduğunu söylemedi ve sadece sabredenler keyifle varacak istediğine... Sıyrılılamamış umutsuzluk demek istemiyorum ama Arayış umudun yittiği yerde başlıyor.
Rüya ile gerçek arasına dokunmak rüyanın ve gerçeğin bilinenin ötesine taşınmaktır. Bunun için iki argüman gerek merak ve yalan... Bu ikisi bizi oluşum için üst tura taşır. Bir diğeri ise değer vermektir. Bize de bu oldu işte. Değer verdik. Verdik ki yaşasınlar ve görelim. Birden fazla kişilik ve birden fazla hayat. Her hayatin rolleri de birbirinden farklı olmalı mutlaka. Her rol için farklı bir gerçeklik ve ölüm biçilmeli. (Ölüm'ü çok kullandım sayın okuyucu aslında hepsi gerçek. Ölüm yalan.)
Kelimeleri dans ettirmek istiyorum, anlatmak değil. Kelimeleri, düşünmek için kendime rehber edinemem edinmemeliyim. En çok da onlardan kaçıyor Umay ve en çok düşünmeyi düşman belliyor kendine. Arayış uzadıkça mesafe arttıkça gerçek ve zaman arasındaki boyut ne kadar anlamsızlaşıyorsa rüyada olmak ve o anda gerçeği istemek gerçeğin içinde tutunacak yeni bir dalı umut etmek gibi. Umay'a da böyle oluyor işte. Rolleri dağıtmayı değilde onları anlamayı seçiyor ve okuyucusuna da anlamak için zemin oluşturuyor. Arayış yolda olmak mıdır, kendini bulmak mıdır, yoksa özlenilen bir mefkure mi? Hepimizin var bir hedefi kendine dahi söylemediği...şimdi niyetimiz cevap vermek değil ama görmek ya da işlemek fikirleri.
Evet sayın okuyucu anlamak için neyi bekliyorsun? Şimdi sakince kapağı aç ve senin için hazırlanmış olmayan kelimeleri kendine öyle yedir ki kalktığında işte bunlar benim de!
Neden göçebe? Evet okuyucu hepimiz gezdireceğizz bunu... akıllarda. Tutunmasın. Tutundurtmayalım.
Kendi kitabım üzerine söylenmiş birkaç ufak söz. Okuduktan sonra sizin kitabınız olacak sayın okuyucum. Ve evet bazı yerlerde kelime yanlışları fark ettim. Onlarıda ikinci baskıda düzeltmek ümidiyle. Sevgiyle ve kitapla
Kötü Karma, okuduğum kötü kitaplar kategorisinde yerini almakta. Hatta ilk beş'e girmek için ağır bir şekilde çekiştiğini görüyorum. Nedir Kötü Karma? Böyle bir soruyla başlamıştım kitaba. Zaten pek beklentim yoktu. Pegasus Yayınlarından çıkan kitaptan bir şey beklemiyorum, ama bu kadar kötü olacağını da düşünmemiştim. Ölüyorsun, dünyada yaşadığın zamanda yaptığın kötülüklere ve iyiliklere göre bir canlı olarak tekrar var oluyorsun. Kötü Karma toplarsan daha dip seviyedeki canlılara dönüşüyorsun(Hitler, Stalin vb. bunlar bağırsak paraziti) eğer iyi karma toplarsan tekrardan insan olabiliyorsun.
Kitabın asıl kahramanı Kim adında ünlü bir kadının. Kadın, iş hayatında önemli olmak adına aile kavramanı unutmuş ve erkek olsun topraktan olsun dercesine yaşayan biri. Yeni nesil kitapların genel olarak problemi bu. Bir kadın cinsellikten başka bir şey bilmiyor mu? Kötü bir kitap ama Almanya'da o kadar satmış ki üfff ülke saklanmış. Gerçekten vaktinize yazık. Okumayın. Eh bir iki yerde tebessüm ediliyor tam güleceğim falan diyorsun Kim adlı kadın yeni bir erkek arzuluyor. Tebessüm aptallığın ortaya çıkardığı bir tebessüm. Kurgu olarak ise tamamıyla rezillik. Bir reenkarnasyon kitabı bu kadar saçma olmamalı. Bir an önce yazalımda bitsin kafasıyla yazıldığı net. Ya kadın ölmüş karınca olarak dünyaya gelmiş, düşündüğü şey "acaba beni düzecek erkek var mı?" Peh yapacağınız iş batsın. Hoşlanmıyorum böyle kitaplardan. Gerçekten bir arzu bir istek varsa Sartre bir Camus bir Stendhal ne bileyim Şolohov gibi anlatmalısın. Gerçekten okusanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Tam bir ergen kitabı ama yinede okumayın.
Johann Hari, Britanyalı yazar ve gazeteci. Depresyonun gerçek nedenleri ve beklenmedik çözümlerine dair derinlemesine araştırmalar yaparak okuyucusuna 361 sayfalık bir argüman sunuyor. Yazarın daha önce "Çalınan Dikkat" isimli diğer kitabını da okumuştum ve oldukça başarılı bulmuştum.
Johann Hari kitabın önsözünde, yediği bir elmanın kimsayal ilaçlar nedeniyle hastalanmasına neden olduğunu, bulantı ve kusma şikayetleriyle bir kaç gün hastanede yatarak tedavi sürecinin bir soru ile hayatını nasıl etkilediğine dair hikâyesiyle bizleri karşılıyor. Doktorunun ona "bulantına ihtiyacın var" sözleri bir mesaj niteliğindeydi. Bu mesaj, depresyon ve kaygının gerçek nedenine ve oradan dönüş yolunu nasıl bulabileceğimize uzanan yolculuğa yön veriyordu.
Yazar önce kendi hayatını anlatarak bu kimyasal ilaçlarla tanışma hikâyesini paylaşıyor bizlerle. "Depresyonla ilgisi olmayan dürtülerim olmuştu hep" sözleri, kitabın ilerleyen sayfalarında yazarın özel hayatına dair ipucu da vermektedir ayrıca.
Araştırmalarına dayanarak depresyonda artışa yol açan her şey kaygıda da artış yaratıyor, kaygıda artışa yol açan herşey de depresyonda artış yaratıyordu. Yani birbirleriyle bağlantılı bu iki duygu durumunun tek başına değerlendirilmediğini söylüyordu. Serotonin ve dopamin gibi bu ilaçları alan insanların tek ortak noktası, ilaçların işe yaradığı inancıydı.
Beni en etkileyen bölümlerden biri "yas istisnası" bölümüydü. Yas döneminin ilaçlarla tedavi edilmesinin insanın özünü yadsımak anlamına geldiğini şu örnekle aktarıyordu. Hastalardan birinin kızı, parktan kaçırılıp diri diri yakılmış. Bu anneye olayın üstünden yıllar geçtikten sonra hâlâ ıstırap çekiyor diye akıl sağlığında bir sorun olduğunu nasıl söyleriz. Oysa DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı)'de yazılı olan bu. Yas acısının akıl dışı şöyle dursun zorunlu olduğu, annenin ise; onun ölümünü atlatmak istemiyorum ki sözleri bu sürece destek veriyordu.
Yoksulluk içinde yaşayan insanların depresyona girme ihtimalinin daha yüksek olduğu, fakir bir mahallede yaşayan, köpegi ölen, çocuğu hapse giren, kocasına şizofren tanısı konan, yalnız yaşayan kadınları da hesaba katınca ortalamaya bakıldığı zaman daha uzun vadede strese maruz kalmalarından kaynaklı olduğu söz konusuydu.
İlaçların bu kadar kolay verilmeden önce "hayatında neler oluyor? Canını yakan, değiştirmek isteyebileceğin bir şey var mı?" soruları sorulmuş olsaydı belki de çok daha farklı ilerlerdi süreç.
Toplarlayacak olursak ki hiç de kısa tutulacak gibi değil bu kitap, hepimizin bulantıya ihtiyacı var. Çektiğimiz acıya ihtiyacımız var. Bu mesajı ilaç alarak görmezden gelemeyiz.