Eğer bir şeyi sevmediysem sevmedim demektir, o kadar. Şu güneşin altındaki hiçbir sebep sadece türdeşlerim çoğunluk olarak onu beğeniyor veya beğenilmesi gerektiğine inanıyor diye o beğeniyi benim de taklit etmemi gerektirmez.
Yazarı, Kendine Ait Bir Oda isimli kitabıyla tanıdım. Orada da nasıl bir karaktere sahip olduğu ve neyi savunduğu açıktı. Deniz Feneri'nde de işlediği konuyu hicivli bir şekilde ele aldığını görüyoruz. Bayan Ramsay, evin hanımı, kadın için mutluluğun evlilikten geçtiğini düşünüyor ve yakınındaki bekar insanları da evliliğe bazen dolaylı bazen de açıkça davet ediyor. Oysa kendi evinde de tamamıyla mutlu olduğu söylenemez. Bayan Ramsay, bence tam bir geleneksel cinsiyet rolünün temsilcisi olmaya layık bir kadın. Erkeklerin zor şeyler deneyimlediğini ve onların içini rahatlatma görevinin de kadınlara düştüğünü savunuyor. Savunduğu şeyi en iyi şekilde örneklendirmek için de normal insanların katlanmayacağı kaba saba misafirlere sabır gösteriyor, dahası, kendi kocası dengesiz ve tuhaf davrandığında da alttan alıyor. Lily karakterimiz ise Bayan Ramsey'nin tam zıttı. Aslında açıkça görülüyor ki Lily, Virginia'nın kurguda hayat bulmuş versiyonu. Tek derdi kendi deniz feneri, yani resmini tamamlayabilmek. Kendi fikirlerini direkt olarak yazmayıp, kitabı deneme- düşünce yazısı olmaktan çıkarmış ve bir içerik yaratarak onun etrafında hem kendi düşüncesini hem de ona karşıt düşünceleri, yazdığı karakterlerine yükleyerek okuyucuya bir simülasyon sunmuş. Bazı okuyucular durağan bulmuş ancak benim için oldukça akıcı olduğunu hatırlıyorum. Ilk kitabından sonra, başka fikirlerini de merak etmiş olmamın bunda bir etkisi olabilir.
"Lily Briscoe, Bayan Ramsay'in o uzak, sahipsiz topraklara sürüklenişini izliyordu; bu öyle bir yerdi ki, oraya giden insanların peşinden gitmek olanaksızdı ama gidişleri, onları izleyenleri öyle ürpertir ki onlar da, uzaklaşan bir gemiyi ufuk çizgisinde kaybolana dek izler gibi, gidenleri yalnızca gözleriyle de olsa takip etmeye çalışırlardı."
"Zihniyle her zaman şunu kavrıyordu ki, dünyada mantık, düzen, adalet değil; ıstırap, ölüm ve yoksulluk vardı. Bu dünyanın kalkışamayacağı hiçbir kötülük yoktu, bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk sürmüyordu; biliyordu."
Okuyucunun gözüne direkt çarpan tek unsur intikam arzusu. Herkes birinden intikam almaya çalışıyor. Elektra'nın annesi, kızını tanrılara kurban veren kocasını öldürtüyor yeni sevgilisine. Babasını öldüren annesinden intikam almak isteyen Elektra ise, erkek kardeşi Orestes'i uzaklara göndertip intikam günü için yetişmesini bekliyor. Kitabın altmış ikinci sayfasında Elektra, "Çünkü birine karşılık birini hakkımız varsa öldürmeye, ilk ölecek sensin demektir, bakacak olursak bu adalet anlayışına!" Sözleriyle annesinin kızının intikamı uğruna babasını öldürmesini açıkça kınıyor. Mantıksız bulduğum şu ki, kendisi de başta aynısını yapmak için erkek kardeşini bu yönde yetiştirmeyi amaçlamıştı. Intikam almakla kınadığı annesinin eylemini kendisi de düşünmeden yapıyor. Sanırım bu durumda, insanların kendileri ve sevdikleri için en iyisini ve mantıklısını isterken, bu isteği davranışa döktüklerinde başkalarına, kendileri için arzuladıkları aynı hassasiyeti göstermediklerini anlıyoruz. Bu kitap felsefi açıdan oldukça geniş bir alanı kapsıyor bence. Öyle ki, kim ne okursa başka bir çıkarım yapması mümkün. Akıcı ve kısa olduğu için tereddütsüz okumanızı tavsiye ederim.
"Ben bahtsız kimse, yok olup gidiyorum, çünkü durmadan erteleyerek eylemini hem yakın hem uzak umutlarımı yok etti! İşte, hanım dostlar, ne ölçülü olmak ne de dindar mümkün şimdi: çünkü böyle bir felaket zorluyor bizi, kötü yaşamaya!"
Agatha Christie'nin bu kitabında da sonuna kadar kimin katil olabileceğiyle ilgili fikrimi değiştirip durdum. Bazen en alakasız kişilerden bile şüphe ettim. Sanırım olması beklenen de buydu. Yazarın sevdiği şeylerden biri mükemmel bir mantığa oturttuğu kurgularının sonunda ters köşe yapmak muhtemelen. Bir adaya davet alarak farklı amaçlarla gelmiş on insan görüyoruz. Hepsi de bambaşka karakterdeler ancak tek ortak noktaları hepsinin de katil olması. Yani bu kez bir katil avcısıyla karşı karşıyayız kitapta. Polisiye, gerilim ve gizem severler için bu yazarın kitapları biçilmiş kaftan bence.
Kitap ne kadar küçük bir çoğunun gözünden yazılsa da okuyucu pek çok şeyi açıkça anlayabiliyor.
Alt insan olarak görülen bir siyahinin, beyaz bir kadına tecavüz girişimiyle yargılanması ana konu. Bunun yanında küçük çocuğun etrafına gelişen olaylar ve onun duyguları daha baskın. Scout isimli bu çocuğun babası, herkes tarafından ölmesi istenen bir siyahiyi savunmaya karar veriyor. Aslına bakılırsa baba, baştan biliyordu siyahiyi suçlamalardan kurtaramayacağını. Yine de bunun için kendine düşeni yapmaya karar veriyor. Bu davayı aldığı için etrafında yaşayan insanlar yavaşça ondan uzaklaşıyor. İletişimi kesiyor ve dışlıyorlar. Yine de adam bunlara kulak asmıyor ve çocuklarına da aynını yapmalarını söylüyor. Kısaca kendi vicdanını toplumun dedikodusuna tercih ediyor Sevindiğim tek nokta, suçsuz bir insana atılan iftiranın, juri tarafından kabul görmese de ortaya çıkması olmuştu. En azından isminin lekelenmesi önlenmiş oldu ve insanlar, ırkçılık gibi mantıksız sebeplerle bir insanın hayatını mahvetmek istediklerinde belki ikinci kere düşünürler bu vesileyle.
Yıllar boyu en küçük davranışlarınızın, sözlerinizin bile çok önemsendiği, eve geç kaldığınızda bunca merakla beklendiğiniz, bugünden yarına ne yapacağınızı uzun uzun düşünüp kurguladığınız bir dünyadan ayrılmak böylesine kolay olmamalıydı diye düşünürüm hep…
Evlerinin çevresinde bozulmaya uğramamış, doğal alanlar hâlâ vardı. Kesilmemiş ağaçlar, yıkıma uğramamış iki katlı kerpiç evler de... Bacası tüten, bahçesinde hâlâ ekmek pişirilen, içten, samimi insanların yaşadığı küçücük evler. İlknur İşcan Kaya