Nasrettin Hoca, mezarlıktaki tünelin köydeki tüm garipliklerin anahtarı olduğuna inanıyordu. Ancak bu işin tek başına üstesinden gelmesi pek mümkün görünmüyordu. Köyün yaşlıları ve gençleri bu meselede ya suskun ya da korkaktı. Hoca, kimseye güvenemeyeceğini fark ettiğinde, kendi başına bir plan yapmaya karar verdi.
Sabah erkenden, Hoca kitaplarını ve eski el yazmalarını karıştırmaya başladı. Köyün tarihine dair bulabildiği tüm belgeleri topladı. Özellikle dedelerinden kalma bir kitap, onun dikkatini çekti. Kitapta, köyün geçmişine dair bir efsane anlatılıyordu:
“Bir zamanlar, köyümüzün olduğu bu topraklarda güçlü bir derebeyi yaşardı. Bu derebeyi, gece karanlığında köylülerin kanını emen bir yaratığa dönüşürmüş. İnsanlar bu laneti bitirmek için köyün en bilge aliminden yardım istemişler. Alim, laneti bir büyüyle mezarlığın altındaki bir kapının ardına hapsetmiş. Ancak o gün bugündür, bu lanet köyün üzerinde dolaşır durur.”
Hoca, bu hikayenin, gece gördüğü kapıyla bağlantılı olduğuna emindi. Ancak bir şey eksikti: Lanetin nasıl kaldırılacağına dair hiçbir bilgi yoktu. Hoca, bunu çözmek için mezarlığa tekrar gitmeye karar verdi.
Tünelin Derinliklerine Yolculuk
Hoca, akşamüstü mezarlığa doğru yola koyuldu. Yanına güçlü bir lamba, asasını ve dedelerinden kalan dualı muskayı aldı. Bu kez, tünele girerken çok daha temkinliydi. İçeride hissettiği soğuk hava, Hoca’nın tüylerini diken diken ediyordu. Her adımda dua etmeyi ihmal etmedi.
Tünelin sonunda daha önce gördüğü kapıya ulaştı. Kapının üzerindeki semboller, Hoca’nın ilk gelişinde fark edemediği kadar karmaşıktı. Bu semboller arasında bir güneş, bir ay ve birkaç yıldız figürü dikkatini çekti. Hoca, bunların bir anlam ifade ettiğini düşündü.
Hoca, kapıya daha dikkatli bakmaya karar verdi. Kapının yan tarafında küçük bir yazı fark etti:
“Gerçeği görmek için geceyi bekle.”
Bu yazı, Hoca’ya bir ipucu vermişti. Geri dönüp geceyi beklemek en mantıklısıydı. Belki de kapı, sadece gece belirli bir saatte açılabiliyordu. Hoca, gece yarısı için bir plan yaparak eve döndü.
Karısının Sırrı
Hoca, akşam yemeği sırasında yaşadıklarını karısına anlatmaya karar verdi. Hatun, Hoca’nın bu işten vazgeçmesini istiyordu. Ancak bu kez Hoca, karısının yüzündeki ifadeyi daha dikkatle inceledi. Hatun, bir şey saklıyor gibiydi.
"Hatun, bir derdin varsa söyle," dedi Hoca. "Benden bir şey saklıyorsan, bu işler daha da karmaşık hale gelir."
Hatun, bir süre sustu, ardından derin bir nefes aldı. "Efendi," dedi. "Bu köyün sırrını herkes bilir ama kimse dile getirmez. Ben bile sana şimdiye kadar söylemekten çekindim. Ama bil ki o tünel, köyün lanetinin başladığı yer. Bizim ailemizin bile bu lanetle bağı olabilir."
Hoca, karısının bu sözleri karşısında şaşkına döndü. "Ne demek bu? Bizim ailemiz bu işin neresinde?" diye sordu.
Hatun, gözlerini kaçırarak konuştu. "Dedelerimizin bir zamanlar bu lanetin ortaya çıkmasına sebep oldukları söylenir. Ama bu hikaye, gerçek midir bilinmez. Belki de bu yüzden bizden bu sırları saklamamız istendi."
Hoca, karısının sözlerinden sonra daha da kararlı hale geldi. Eğer ailesi bu işin bir parçasıysa, bu laneti sona erdirmek onun boynunun borcuydu. Gece yarısı tekrar mezarlığa gitmeye karar verdi.
Kapının Açılması
Gece saat tam 03.00’te Hoca, elindeki fenerle tekrar tünelin içine girdi. Bu kez kapının üzerindeki semboller hafifçe parıldıyordu. Kapının yanındaki yazının altına yeni bir yazı belirmişti:
“Kanla gelen, kanla gider.”
Hoca, bu yazının ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken birdenbire kapının arkasından gelen bir ses duydu. Fısıldayan bir ses, Hoca’ya bir şeyler söylüyordu. Ses, "Bizi özgür bırak," diyordu.
Hoca, tüyleri diken diken olmuş bir halde geri çekildi. Ancak kaçmak yerine, dualarını okuyarak kapıya yaklaştı. Kapının önüne oturup dua etmeye başladı. Duaları okudukça kapının üzerindeki semboller daha da parlamaya başladı.
Tam o sırada, kapının üzerindeki figürlerden biri – güneş sembolü – hareket etmeye başladı. Bu hareketle birlikte, kapı yavaşça açılmaya başladı. Ancak kapının ardında ne olduğunu görmek için cesaretini toplaması gerekiyordu.
Kapı açıldığında, Hoca, karanlık bir odanın girişine baktı. İçeride hiçbir şey görünmüyordu, ancak derinlerden gelen bir uğultu, Hoca’ya buranın hiç de normal bir yer olmadığını hissettirdi.
Hoca, tereddüt etmeden içeri adım attı ve fenerini kaldırarak karanlığı aydınlatmaya çalıştı. Ancak fenerin ışığı bile bu karanlığı tam olarak dağıtamıyordu. İçeride gördükleri, Hoca’nın hayatını sonsuza dek değiştirecekti.
Hoca, karanlık odanın soğuk ve nemli havasında ilerlerken, etrafında bir dizi eski yazıt fark etti. Bu yazılar, çok eski bir dildeydi ve çözülebilir gibi görünmüyordu. Ancak yazılardan bazılarının yanında bir dizi çizim ve sembol vardı. Güneş ve ay figürlerinin yanı sıra, bir vampirı anımsatan yaratıkların çizimleri dikkatini çekti.
Bu figürlerin hemen altında, şu yazı dikkatini çekti:
“Kan, her şeyin kilidi ve anahtarıdır.”
Hoca, bu yazıyı gördükten sonra bir an dürüp düşünmeye başladı. Kanla ilgili bu sözler ne anlama geliyordu? O anda, içeriye girmesiyle hissettiği o karanlık ve huzursuz edici atmosfer daha da yoğunlaşmaya başladı. Hoca’nın içgüdülerine aykırı olmasına rağmen, bu karanlığın kaynağını bulmak zorunda hissetti.
Birkaç adım daha attığında, tavanından sarkan eski zincirler ve bir taht benzeri yapı dikkatini çekti. Bu taht, bir derebeyinin tahtını andırıyordu ve tahtın üzerinde karanlık bir silüe çizilmişti. Ancak tahtın çevresinde şaşırtıcı derecede çok sayıda mum yakılmışı. Bu mumlar, içeriyi bir nebze olsun aydınlatıyordu.
Tam o anda, Hoca bir şey fark etti: Tüm bu şeyler, belli bir törenin ya da ritüelin parçası olmuş gibi düzenlenmişti. Bu ritüel neydi? Hoca, tahtın yanına yaklaştı ve burada büyük bir kitap buldu. Kitap, deri kaplamasıyla oldukça eskiydi ve sayfalarının çoğu yıpranmıştı. Kitabın kapağında kan lekesi gibi görünüyordu.
Kitabı dikkatlice açtı ve içindeki yazıları okumaya çalıştı. Bu yazıların birçoğu, Hoca’nın daha önce görmediği bir dildeydi. Ancak bazı sayfalarda Osmanlıca yazılar da vardı. Hoca, bu yazılardan şu cümleyi çözdü:
“Köyün laneti, büyük bir ihanetle başladı. Derebeyinin kanı, laneti hapsedip barışı getirdi. Ama bu barış, sonsuza dek süremez.”
Hoca, kitabı incelemeye devam ederken sayfaların arasından düşmüş bir harita buldu. Bu harita, mezarlık tünelinin ötesindeki gizli bir bölgeyi işaret ediyordu. Harita, karanlık bir şehir ya da yer altı krallığına işaret ediyor gibiydi. Hoca, bu bölgeyi araştırmaya karar verdi.
Hayalet Silüetler
Hoca, kitabı yanına aldı ve tahtın çevresinde dolaşmaya başladı. Ancak tam o sırada bir fısıltı sesi duydu. Fısıltı, içerideki karanlık koridorlardan birinden geliyordu. Ses gittikçe daha net hale geldi:
"Bizimle kal..."
Hoca, bu sesi duyar duymaz bir adım geri attı. Kalbinin hızlıca çarptığını hissetti, ancak bir an bile korkuya teslim olmamaya kararlıydı. Elindeki asasını sıkıca kavradı ve dua etmeye başladı. Ses, bir an sustu ama bu kez bir silüet görülmeye başladı.
Bu silüet, ince ve uzun bir insanı andırıyordu ama yüzü net olarak seçilemiyordu. Hoca, şaşırmakla birlikte cesaretini topladı ve silüete yaklaştı.
"Kimsin?" diye sordu Hoca. "Neden buradasın?"
Silüet, bir an hareketsiz kaldı, sonra hafif bir sesle konuştu:
"Bizi hapsedenin soyundan geliyorsun. Ama aynı zamanda bizi kurtaracak olan da sensin."
Hoca, bu sözlerin anlamını çözmekte zorlandı. "Ne demek istiyorsun? Bu laneti kim hapseder? Ve neden ben?"
Silüet, yavaşça kaybolmaya başladı ama geride bir kelime bıraktı: "Kan."