İslam, ortaya çıktığı ilk yüzyıldan itibaren Hindistan’a doğru akmış, Kabil’den, Doğu Hint adalarına uzanan bu coğrafya, bin yıldan uzun bir süre Türklerin ve İslam’ın yoğun göçlerine, yerleşimlerine sahne olmuştur. Bu egemenlik dönemi içerisinde dinî inançlar birbiriyle karşılaşmış, tartışmış ve çarpışmışlardır. Zamanla Hindistan, en kalabalık Müslüman memleketlerinden birisi haline gelmiştir. On beşinci yüzyılın büyük mistik şairi Kabîr, tam da bu iki kültürün arasında doğmuş, şiirlerinde iki inancı eleştirmekle birlikte, “hem Allah’ın hem de Ram’ın çocuğu” olduğunu dile getirmiştir. Basit bir yaşam sürüp, dokumacılıkla geçinen Kabîr, şiirlerinde her iki inancı tezgâhındaki iplikler gibi birlikte örmüştür. Şiirleri ölümünden sonra da artan bir rağbet ile Hindistan’da ağızdan ağıza söylenmiş, müritleri onun inancını bugüne taşımış, Sihler onun şiirlerini kutsal kitaplarında saklamışlardır. Kabîr’den yüzyıllar sonra onunla benzer bir gayeyi paylaşan Rabindranath Tagore da -bu sefer Hristiyanlığı da dâhil ederekbenzer bir sentez yaratmayı arzulamıştır. Tagore’un derlediği bu şiirler, Hindistan’ın iki büyük şairinin dehalarının kesişimidir.