Huzur, bir günün bin yıl gibi yaşandığı ihtişamlı bir aşkın anlatısı mı? Artık çoktan göçmüş, ihtişamlı bir medeniyetin ardında bıraktığı huzursuzluğun anlatısı mı? 1948 tarihli tefrika duyurusundaki ifadeyle, “Harbin başladığı günün hudutlardan, siyasi muhitlerden, muharebe meydanlarından uzak hikayesi” mi?Bütün bu soruların birbirlerinin yerine geçerek bütünleştiği, bir olduğu; aynı anda hepsinden uzak, aynı anda hepsine yakın müphem bir içselliğin, müstesna bir varoluş sembolizmiyle İstanbul’un hafızası ve müziğin yükselip alçalan ritmi içinde; aşkı ve medeniyeti, sanatla hayatın yan yana aktığı zarif bir dille soylulaştıran Huzur, gerçekte bizim iç hikâyemizdirHuzur, Türk romanının ihtişamıdır.
-Hiçbir şeyi kendimize kader yapmaya hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki… Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Sonra da ağır bir sesle: -Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış!
Yolun büyüğü, küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul’u fethetmiş. Descartes da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerinde Konuşma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Descartes değiller diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğiniz şeyin büyüklüğü bizim içimizdedir.
Birdenbire babasını olduğu gibi karşısında gördü ve bu hayal ona, bir daha onu görmeyeceğini, sonuna kadar onun varlığından uzak kalacağını, bir insanı bir daha görmemenin, sesini bir daha işitmemenin, bir daha hayatına girmemenin keskin ve yenilmez acısıyla ona hatırlattı.