Sonbaharla birlikte Kalküta`da yağmurlar başlamıştı. Sabah gökyüzünü kaplayan bulutlar yerini güneşe bıraktığında, etraf ışıl ışıl olmuştu. Binoy, iş gücü olmadığı için tek başına bir halde, apartmanın ilk katındaki verandasında oturup, caddede sonu gelmeyecekmiş gibi akıp giden kalabalığı izlemeye koyuldu. Üniversiteden mezun olalı epeyce zaman geçmiş, ancak o, henüz evlenememişti.
Görünürde elle tutulur, düzenli bi işe de sahip değildi. Aslında çeşitli gazetelere birkaç makale vermiş ve birkaç da miting organize etmişti. Ama bunlar, hayatını doldurmak noktasında yetersiz kalıyordu.
Bu işsizlik, kendisini sinirli biri yapmıştı artık.
Karşı kaldırımda, tıpkı gezginci şairler gibi rengarenk elbiseli bir dilenci türkü söylüyordu:
Kalbim bir kafesi andırıyor, Yabancı bir kuş bilmem ne arıyor onda, Bir giriyor, bir uçup gidiyor Ah, bir yakalasam onu Aşk ipimle bağlayacağım.
"Ben ülkemizde insanın insana karşı beslediği nefretten ve bu nefretin parçaladığı bir toplumdan başka bir şey görmüyorum. Bu koşullar altında düş ürünü bir 'gerçek'e bağlanarak kendimizi avutmanın kime ne yararı olur?"
"Her şeyden önce, kadını evinin dışında görmekten büyük bir rahatsızlık duyuyoruz, çünkü buna alışkın değiliz. Sonra da kendimizi haklı çıkarmak için bunun ahlak kurallarına aykırı, uygunsuz bir şey olduğunu söylüyoruz. Her şeyin temelinde gelenekler vardır, savunulan düşünceler yalnızca bahanedir."
Konusunu araştırdıktan sonra okumak konusunda tereddüt ettiğim ilginç bir kitaptı Gora. Hint asıllı Rabindranath Tagore isimli yazarın uzun yıllar Emek vererek yazdığı, bir romandan çok daha fazlası olan ve Hindistan toplumuna dair birçok perspektiften farklı düşüncelere ve yaşam tarzına yer veren akıcı bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
"Sınırları olmayan bir şey açıkça görülemez. Sonsuzluk bize kendisini göstermek için biçimlenmek zorundaydı, yoksa onu nasıl görebilirdik? Biçimlenmeyen bir şey kusursuzluğa erişemez. Nasıl düşünce sözcüklerle kusursuzlaşırsa, sonsuzluk da biçimle öyle kusursuzlaşır."