Yüzyıl sonunda, kan rengine bulaşmış bir akşam vaktinde, kesinlikle hepsini peşlerinden sürükleyecek bir isyanın kıpkırmızı görünümüydü bu. Evet, bir akşam vakti, dizginlerini koparan, gemi azıya alan halk, böyle dört nala koşacaktı yollarda. Burjuvaların kanını akıtacaktı dereler gibi, kesik başları gezdirecek, kırılan kasalardan dökülen altınları her tarafa saçacaktı. Kadınlar uluyacak, erkekler de ısırmak için kurt çenesini andıran çenelerini açacaklardı. Evet, gene paramparça giysileri, gene saboların yankılanan tıkırtıları, pislik içindeki bedenleri, kötü kokan nefesleri, dizginlenemeyen barbar taşkınlığıyla o öfkeli, dehşet verici kalabalık alt üst edecekti ortalığı. Her tarafta yangınlar çıkacak, taş üstünde taş kalmayacak, yoksulların bir gecede kadınlara saldırıp, varlıklı kimselere ait şarap mahzenlerini boşaltacağı o müthiş şehvet ve yeme sefahatinden sonra, ilkel insanlar gibi ormanlara dönülecekti. Belki de yeni bir dünyanın geleceği güne kadar hiçbir şey kalmayacaktı. Ne para ne şöhret… Evet, doğanın bir gücü gibi bunlar geçiyordu yoldan işte ve içeridekiler de yüzlerinde bunların korkunç rüzgârını hissediyorlardı…
Başka bir çığlık Marseillaise’i bastırdı: “Ekmek! Ekmek! Ekmek!”
Germinal Emile Zola’nin en iyi eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Roman, 1860’larda kuzey Fransa’da, uzlaşmaya yanaşmayan maden işçilerinin grev öyküsünü konu alır. Zola’nın cenazesinde işçiler toplanmış ve “Germinal! Germinal!” diye bağırmışlardır. O zamandan itibaren kitap kötü çalışma koşullarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.