Robert Louis Stevenson’ın yüzyıllara meydan okuyan romanı, Viktorya döneminin baskıcı ortamında doğup izdüşümünü modern toplumda bulmuş ve kendi çağdaşlarından, Dorian Gray’in Portresi’nden günümüze, Dövüş Kulübü’ne dek birçok esere ilham kaynağı olmuştur. Dinsel alegori, fabl, polisiye, gotik roman öğelerini içinde barındırmakla birlikte insanın ikili doğasının bir incelemesi olarak da yorumlanabilir ve bu özelliğiyle Freud’un psikanaliz kuramının id, ego ve süperego kavramlarını önceler. Bölünmüş zihnin içsel kavgalarını okuyucuya tedirgin edici biçimde yansıtarak okuru şehrin ve zihnin karanlık sokaklarına sürükler.
Genç bilim insanı Henry Jekyll, insanın doğasını, ruhunun gizemlerini araştırmak ister ve önemli keşfi hayatını tümüyle değiştirir… Arkadaşı Avukat Bay Utterson, sis perdesini bizler için aralarken, Jekyll’ın ardında Hyde’ı, Utterson’ın ardında ise kendimizi buluruz.
Stevenson bir gün karısının yanında uyurken bağırır. Karısı onu uyandırır çünkü gün boyunca ateşlenip kan tükürmüştür. Stevenson karısına, “Beni uyandırman ne kadar da kötü oldu, tam da çok güzel bir kabus görüyordum!” der. Stevenson’ın rüyasında gördüğü şey Doktor Jekyll’ın karışımı içip kötülüğü temsil eden Hyde’a dönüştüğü sahnedir. Doktorun kendi hazırladığı şeyi içip tam tersi bir varlığa dönüşmesi fikri Stevenson’a rüyasında gelmişse de hikâyenin geri kalanını uydurması gerekmiştir.