Dünya genelinde sağ-popülist dalganın yükselişi, en son yüz yıl önce tanık olunan bir politik salgını andırıyor. Her yanda birbirine benzeyen politikacılar, aynı hamasetle, kopyacı dilleriyle hayatımıza yön veriyorlar. Her biri, kendi milletini sevdiğini söylüyor, başkalarını hor görüyor ve insan denen varlığın ortak değerlerine sırt çeviriyor. Demokrasi, eşitlik, insan hakları, barış gibi kavramları kötülemekle kalmıyor, bunlarda bir tehlikenin gizlendiğini de ileri sürüyorlar. Bizim ülkemiz de uzunca bir süredir bu zihniyetin deney sahası haline getirilmiş durumda. İktidarın siyasi kötülüğü, insani acımasızlıkla iç içe geçiyor. Barıştan korkmakla kalmıyor, barışı dillendirenlere de zalimce saldırıyor. Bunun karşısında, ülkemizin akademisyenleri ve aydınları unutulmaz bir duruş sergiliyorlar. Kendi düşüncelerinde yani özgürlüklerinde ısrar ediyor, başlarına gelen her zorluğa rağmen, bir gün geri dönecekleri inancıyla uzun ve acılı bir yola koyulmayı göze alıyorlar. Tarihte bunun ilk olmadığını ve maalesef son olmayacağını da biliyoruz, ama barış akademisyenlerinin bu yolu en güzel yürüyenlerden olduklarını görebiliyoruz. Yol, her adımdaki ayrıntıların farkına varılarak yürünen uzun bir ufuktur. Keder, özlem, umut, hepsi oradadır. Hudutlara varılır, sürgünlere düşülür, yeni bir kavimler göçünün yaşandığı çağımızda o kavimlerin akıntı yolları izlenir. Ve tarihi kendilerinin yazdığını iddia edenlere karşı başka bir tarih yazmanın imkânları yaratılır. Bu kitap, hudutların ardında, kendilerine ve yaşadıklarına asaletle bakanların sesini yankılıyor. Edebiyat insanın kader haritasıdır, derler. O haritada söz söyleyen akademisyenler yalnızca kendi kaderlerini dile getirmekle kalmıyor yurdumuzun kaderine de el atıyor, onun toprağını aktarıyor, hüzünlü görünen rengiyle umudun tohumlarını ekiyorlar. Hem de yetkinlikle ekiyorlar. Kar, yağmur ve güneş yeşertecek onların el sürdüğü toprağı.