Kimi hikâyeler alır götürür sizi en güzel saraylara, kimileri de atıverir bir tuhaflığın tam ortasına. İşte bu hikâyelerin belki de en sıra dışı olanıdır Alice Harikalar Diyarında. Alice, âdeta bir insan gibi yelek giyen ve cebinde taşıdığı saate bakarak telaşla koşan beyaz bir tavşanın peşine düşünce kendisini tuhaf bir serüvenin içinde bulur. Bu diyarda garipliklerin sonu yoktur; en olmadık şeyler bir bakmışsın gerçek olur. Her şeyden önce, “Ben kimim?” sorusuna yanıt arar, bunu da bazen büyüyüp küçülerek bazen sırıtan kedilerle konuşarak bazen de zamansızlığın hüküm sürdüğü çay partilerine katılarak yapar. Tıpkı rüyada gördüklerimize ‘neden’ diye sormayıp hiçbir mantık aramadığımız gibi Alice de sorgulamaz yaşadıklarını. Lewis Carroll’un birçok yapıta ilham olmuş bu kült eseri hem çocukları hem de ruhları hâlâ çocuk kalanları sıra dışı bir maceraya ortak ederken öte yandan okuru sonsuz bir mantık labirentine çağırmayı da ihmal etmiyor.