Uçağın tekerlekleri henüz açılmıştı ki, herkesin kemerlerini sıkı sıkı bağladığı ve dimdik oturduğu sırada, hostes yanımıza gelerek bizi ön tarafa davet etti. Ertuğrul kalabalığa takılmadan biran önce inmemiz gerektiğini söyleyerek, herkesin şaşkın bakışları arasında beni ve Emine’yi alıp, hostes koltuğuna oturttu. Ertuğrul bize arkasını dönüp, sürekli hostes ve stewartla konuşuyordu. Onların bana acıyarak bakan yüzlerini görebiliyordum. Kesin anneme ya da babama bir şey olmuştu ve Ertuğrul da beni son bir kere daha görmem için onlara yetiştiriyordu. Ertuğrul’un yüzüne baktıkça yüzünde şimdiye kadar hiç görmediğim ve hayatımda bir daha da görmek de istemediğim bir ifade buldum. Uçağın kapısı açıldığında, dizlerim titreyerek küçük kızımın eline yapışmış bir halde, adeta kurbanlık koyun gibiydim. Uçak körüğe yanaşmadığı için meydanı rahatça görebiliyordum. Aşağıda bakışlarını yere dikmiş, hüzünleri yüzlerinden okunan karacısı, havacısı ve tabii denizcisi olmak üzere pek çok subay vardı. İçime bir korku düştü. Uçakta herhangi bir VIP yolcu olup olmadığını bilemediğim gibi, bu gelenlerin bana gelmemiş olması için dua ettim. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, şimdi rahmetli olan Ömer Şentürk Amiral hızla gelen bir jeepten atladı. Artık kafam daha da hızlı çalışıyordu. Tatili kesip geldiğine göre olay çok önemliydi. Sonradan VIP minübüsü olduğunu anladığım bir vasıtaya karga tulumba bindirilmiştim. Artık kaderime razıydım. İdam mahkumu gibiydim. Ömer Paşa’nın kollarında çırpınıyor, yakasına yapışarak “Babam… Babam! Kalp krizi mi? Beyin kanaması mı?” diye haykırıyordum. Ömer Paşam da “Hiç biri” demeye çalışıyordu ki; minübüsteki subaylardan yardım istercesine yüzlerine baktım. Hepsi sessizce ağlıyorlardı… Hemen Ertuğrul’a baktım Emine’ye sarılmış vaziyette, o da hıçkırarak ağlıyordu. Bunların da babaları var mıydı acaba? Yoksa, çok mu üzgündüler? İyi de neden, yüzüme bakamıyorlardı? Adeta mahçup gibiydiler. Ömer Paşa’nın yakasına yapışarak, “Hayır, hayır!” dedim.