İnsan çaresizlik ve acı içinde kaldığı ilk anlarda bütün varlıklardan imdat umduğu, esen rüzgârdan, geçen bulutlardan bir teselli haberi beklediği gibi...
Ağlamak, uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son kuvvetin bir feryadıdır. Ağlayamadığımız zamanlar, bizde o kuvvetin de mahvolduğu vakitlerdir ki, onun yerini alan dokunaklı bir sessizlik en şiddetli acıyla dökülen gözyaşlarından daha yürek sızlatıcıdır.
"Bak, şu yıldızlar gecenin bu derin sessizliğinde nasıl parlıyor. Ta şu ufkun üzerinde, senin gönlüne bakan şu iki çift yıldız, düşündüklerini Venüs yıldızına söylemek için ufuklara doğru uzaklaşan iki beyaz güvercini andırmıyor mu? Bunlar güzel, hepsi güzel. Fakat sen onlardan daha güzelsin..."
Celal karakterinin Dilber'i kaybettiğinde delirecek noktaya gelmesi, romantizm falan bunlar iyi güzeldi de hiçbir zevk vermedi. Dokuz yaşındaki küçücük çocuğun oradan oraya cariye diye satılması kurgunun geçtiği zaman ne kadar eski de olsa insanın canını feci sıkıyor. Sonunda da çocuk bir türlü huzura kavuşamıyor.
Okumasanız daha mutlu hissedersiniz ancak okumasak bile zamanın bir yerlerinde bunları ve daha kötülerini yaşamış çocuklar olduğunu biliyoruz. Tanzimat dönemini, o geçiş periyodunu tanımak için okumak isterseniz önerilebilecek bir kitap. Aksi halde ağır bir tarihi dram sevmiyorsanız okuyacak başka bir şey tercih edebilirsiniz bence.
Sergüzeşt, Dilber ve Celâl'in bedbaht aşkından dem vuruyor bizlere. Dilber'in bir köle olması, Celâl'in iyi bir ailede yetişmiş, eğitimli ve zengin olması daha başından bu sevdanın ayrılık sinyallerini veriyor olsa da hikâyenin sonunda onlar yeni bir başlangıca doğru yol alırken biz okuyucular ise içimizdeki nehirde kaybolan insanlığımızla boğulurken buluyoruz kendimizi. Aşkın her hâli güzel ama bu sonla biten hâli insanın içini paramparça ediyor.