Sen kitapları okuyarak kendi yolunu kendi başına buldun. Bundan sonra yalnız kalmayasın diye seni bu akşam kitap okuyan diğer adamlarla tanıştıracağım.
Düşüncelerinde hep gizli bir hayat yaşadığını hatırladı. Bu düşüncelerini paylaşmayı denemiş ama onu anlamaya yeterli bir kadın veya erkek bulamamıştı.
Yaşamda Korku ve Haz "Dünya şaşırtıcı bir yerdi. İçinde hayatın kıpırdanışını hissetmek, kaslarının hareketini fark etmek, sonsuz bir mutluluk kaynağıydı. Av peşinde koşmak, büyük bir heyecan ve coşku veriyordu. Öfkeler ve savaşlar, aynı zamanda haz veren şeylerdi. Hatta korku ve dehşet ile bilinmeyenin gizemi bile bu hayata bir şey katıyordu.
Bir de bazı rahatlıklar ve doyumlar vardı. Dolu bir mide, tembel tembel güneşin altında yatmak gibi şeyler çekilen bütün zahmetlerin, verilen bütün emeklerin karşılığıydı. Ayrıca bu zahmet ve emeklerin zaten bir de kendi karşılığı vardı. Hayatın dışavurumuydu bunlar ve hayat, kendini dışavurduğunda her zaman mutludur. Yavru kurdun da o düşman çevresinden hiçbir şikayeti yoktu. Son derece canlı, son derece mutlu ve kendinden son derece gururluydu. "
Bir de bazı rahatlıklar ve doyumlar vardı. Dolu bir mide, tembel tembel güneşin altında yatmak gibi şeyler çekilen bütün zahmetlerin, verilen bütün emeklerin karşılığıydı.
İçimde söylemek istediğim çok şey var sanki. Çok büyük şeyler. Bunları ifade etmenin yolunu bulamıyorum. Bazen bana öyle geliyor ki bütün dünya, bütün hayat, her şey içimde duruyor ve sözcüsü olmam için feryat ediyor. Hissediyorum.... Ama anlatamıyorum....
İnsan aşk için neler yapabilir? Bir insan bilgiye ulaşmak için ne kadar çaba harcayabilir? Herkes sana "yapamazsın" dese de kendine inanarak devam edebilmenin sırrı nedir?
İşte tüm bu soruların cevabı iki kelime de özetlenebilir: "Martin Eden"
Jack London'ın yaşadığı dönemde bugün olduğu gibi sanat, edebiyat ve kitaplar herkes için değildi. Sadece seçkin bir kesimin yani burjuvaların hizmetine ve beğenisine göre tasarlanmış bir sanat anlayışı hakimdi. Eğitim, sadece seçkin bir kesimin emrindeydi, insanlar ya üst neslinden gelen maddi imkanlarla eğitim alarak seçkin bir zümreye dahil oluyor ya da ağır ve zor şartlarda işçilik yapıyorlardı. London'da küçük yaştan itibaren her türlü ağır işte çalışmış; istiridye korsanlığı, boksörlükle, çamaşırcılık, -altına hücum döneminde- altın aramış, cezaevine düşmüş, yeri gelmiş dilencilik yaparak hayatla mücadele etmiş bir insan olarak maceraperest, zorlu bir hayat yaşamıştı. Yaptığı değişik işler ve dünya yolculukları süresince pek çok değişik olayı, farklı insanı ve hayatın acımasız -gerçek- yüzünü görmüştü. Yaptığı gözlemlere göre bir insan dünyada bu ağır şartlar altında çalışmak için gelmiş olamazdı. Bu sebeple daha çok kazanabileceği, aynı zamanda kendisi için bir tutku olan yazarlık mesleğine yöneldi. Bunun için pek çok değişik kitap okudu, eğitimli olmamasına rağmen elinden geldiğince kendini geliştirmeye çalıştı, her türlü felsefi konuyla ilgilendi. Bu sürecin sonunda oldukça kıymetli yazılar yazarak bunları edebiyat dergilerine gönderdi. Bir derginin yazılarından birisini beğenerek 25$ vermesi üzerine yakaladığı motivasyon onu büyük bir yazar yapan kapıyı aralamış oldu.
London'ın yaşadığı döneminde edebiyatın aristokratlar için yapılıyor olması edebi ürünlerin hayatın gerçeklerinden uzak, seçkinlerin hayatını anlatan, mutlu sonla biten bir masallar dünyası haline gelmesine yol açmıştı. London bu anlayışı ısrarla reddederek halkın gözünden, halk için yazılar yazdı. Bu şekilde proleterler için yazı yazan ilk yazardır. Sonuçta hayatın binbir yüküyle mücadele eden insanların trajik yaşamlarını yazdı ve onu her kesimden, her kültürden milyonlarca insan okudu. London aynı zamanda yazdığı edebi metinlerde felsefi bir altyapı sunan ve bu minvalde yazılar yazan da ilk yazardır.
Karl Marx, Herbert Spencer, Friedrich Nietzsche ve Charles Darwin en çok etkilendiği insanlardır. Kitaplarında sosyalizmi çokça anlatmasına rağmen, Nietzsche'nin bireyselciliğini de yansıtmıştır.
İncelemeye London'ın hayat hikayesiyle başlamamın nedeni Martin Eden'in bizzat yazarın yaşamından kurgulanmasıdır. Bunu, yazarın "Martin Eden benim" demesiyle de anlayabiliriz. Martin Eden tıpkı London gibi hayatın zorluklarını çekmiş, kendi döneminde hor görülen bir sınıfa mensup olmasına rağmen sürekli kitaplar okuyarak kendisini geliştirmiş ve yazar olmak için büyük çaba harcamıştır. Tüm bu çabaları da sevdiği bir burjuva kadın için yapmıştır. Martin Eden yazar olmak ve para kazanabilmek için kendini geliştirmesiyle birlikte fikir ve felsefi dünyası da gelişmiş ve değişime uğramıştır. Yalnız eserde Martin Eden figürü London'ın Sosyalist yapısından ziyade bireyselci yapısı ile ön plana çıkmıştır. "Martin Eden bireyselci olduğu için öldü ben ise sosyalist olduğum için yaşadım" diyerek yazar bu durumu kendi tarzıyla ifade etmiştir.
Eserde Martin Eden'in herkesin aksini düşünmesine rağmen kendine inanması, yüksek bir özgüvenle işine sarılıp başarı uğruna vazgeçmeden direnmesi gerçekten takdire şayan bir çabadır. Şüphesiz bunda geçmişte yaşadığı zorlu yaşamın etkisi vardır. O dönem yazarlık yapan entelektüel züppe burjuvaların aksine Martin Eden hayatı her yönüyle görmüş, insanlara ve hayata dair müthiş gözlemler yapmıştır. İlk dönem London'ın hayatında da olduğu gibi pek çok yazısı "üslup" hataları yüzünden yayımlanmamış ya da düzenlenmiştir. Martin Eden eserde başarılı yazarların yazılarını çokça araştırmış ve başarılı olacak tarzı özenle taklit ettiğini belirtmiştir ki gerçekten de London hakkında pek çok yazarın intihal veya benzerlikler sebebi ile eleştirisi söz konusudur.
Eser o dönem dünyanın içerisinde bulunan sınıf çatışmasını bir aşk ilişkisi üzerinden kurgulamıştır. Sevdiği kadını kazanabilmek adına sınıf çatışmasının tam göbeğine düşen Martin Eden, bir yandan hayatın güçlükleriyle mücadele ederken bir yandan da içinde bulunduğu sınıfa yönelen önyargı ve aşağılamayla da mücadele etmiştir. Fakirlik, kimsesizlik, dışlanma gibi olumsuzları haddinden fazla yaşayan kahramanımız eserin ilerleyen kısımlarında tüm bunların üstesinden gelebilecek mi? Bunu da kitabı okuyacak olan okurların merakına bırakıyorum.
London'ın bu maceraperest ve hayatı basit yaşama felsefesi Amerikan Toplumunu ziyadesiyle etkilemiştir. Hatta yine büyük bir yazar olarak addebileceğimiz Charles Bukowski'nin hayatı da London'ın ve eserinde anlattığı Martin Eden karakterine çok benzemektedir. London'ın alışılmış yazar profilinin dışında birisi olması çok anlamlıdır. Eğitim almamış olması, aristokrat olmaması, halktan birisi olması ve buna rağmen büyük bir başarı elde etmesi o döneme kadar yaygınlaşmış olan sanatın burjuvaların tekelinde olduğu imajını yerle bir etmiştir. Bu başarısı şüphesiz ki kendinden sonra ki kuşaklar için bir motivasyon ve güven kaynağı olmuştur. Bir insan okuyarak, kendini geliştirerek, eğitim almadan, yüksek edebi ve felsefi zenginliğe ulaşabileceğinin canlı bir örneğidir. Bugün herkesin sanat üretebilmesi London gibi adamların varlığının bir sonucudur. Bu açıdan London, edebiyat dünyasına emsalsiz hizmetler etmiş bir yazardır. London'ın hangi süreçlerden geçerek bu başarıyı yakaladığı Martin Eden karakteri üzerinden anlatılmaktadır. Başlı başına büyük bir mücadele, aşk ve felsefi derinlik içeren eseri herkesin okumasını tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim :)
Jack London'ın kendi hayatından alıntılar yaparak alkolün etkisinin nasıl yavaş yavaş sirayet ettiğini gösteren bir kitap. Beş yaşında içkiyle tanışmasından itibaren hayatının sonuna kadar alkolün hep elinin altında olduğundan şikayet ettiği ve nedenlerini de yine kendi hayatıyla açıkladığı bir eser ortaya koymuş.
-Kitap aşırı derecede sürükleyici, bir solukta okunacak bir kitap. Açıkçası daha önce okuduğum Yoldaki Mühendis kitabıyla tutku olarak eşleştirdim. Kafamıza yerleştirdiğimiz bir ideoloji uğruna neler yapabiliriz, nelerden vazgeçebiliriz. -Ayrıca insanların kendi adaletlerini oluşturmaya çalışmaları ve bu uğurda canlarını bile vermenin onlar için önemsiz olması ilginç bir psikoloji şekli.
Oldukça bilinen bir kitap olduğunu düşünüyorum ülkemizde. Ben okumayı biraz erteledim ismi pek ilgimi çekmediği için sanırım. Konusunun bu derece güzel olacağını beklemiyordum. Jack London'ın sevmediğim hiçbir kitabı yok okuduklarım arasında ancak doğadaki bir hayvanın biyografisi ne kadar sürükleyici olabilir diye şaşırmıştım biraz. Yazan kişi London olduğunda aslında şaşırmaya ya da ön yargılı yaklaşmaya gerek olmadığını unutmuşum. Bir kurdun hayatını öyle gerçekçi bir dille kaleme almış ki, hayatım boyunca kurtların çevresinde yaşamışım gibi hissettim. Köpeklerin, kurtların kısaca hayvan doğasını ve okuyucuya aktardığı düşüncelerine rağmen hiç de abartı ve sahte durmuyor. Bir kurt konuşabilse ve hissettiklerini söylese aynen bu sözler olurdu diye düşündüm okurken.
Kitap hakkındaki yorumuma genel bir soruyla başlayacağım. Kitaba ismini veren Demir Ökçe ne demektir? 122.sayfada yazılana göre bu, Oligarşi ve despotizm anlamına geliyor. Bu yan anlamı. Mecazi olan anlamı ise insanları ezen despotizmin ökçeyi, demirin de makineleşmeyi temsil ettiğini düşünebiliriz.
Sermayenin karşısında emeğin değeri nedir? Modern toplumumuzda büyük bir sermayesi olan çok iyi kazanır. Emek ise emekçiyi iyi kötü yaşatabilir. Ancak 20. Yüzyılın başında sermaye ile emek ilişkisi Emile Zola'nın Germinal'ini andırıyor. Emek satmaktan ve hayatta kalmaktan bambaşka bir durumda çalışıyor insanlar.
Fabrika kurmuş birkaç patron düşünün. Burada çalışanlara dikilmesi gereken giysilerin toplamına altı lira veriyor. Bazı günler hiç dikim işi alamıyorlar. Çok kötü bir ev için üç lira kira veriyorlar. Kalan paralarıyla da dikilecek çok kıyafet almışlarsa bazı günler iki öğün alt kalite yemek yiyebiliyorlar. Bu insanların on yaşından itibaren fabrikalarda çalışmaya başladığını unutmayalım.
Bunun sebebi nedir peki? Tekelleşme diyebiliriz. Her türlü sektör bir grup hissedarın elinde. Onlar da işbirliğiyle emekçiyi de sosyalistleri de ezebiliyorlar. Küçük işletmeler rekabet için daha uzuca satmak gibi bir lükse sahip olmuyor. Güçlü olanlar küçük işletmeleri ışık hızıyla batırıyor.
Sömürülmekten, paranın parayı çekmesinden yorulan insanlar da sosyalizm dedikleri bir harekete katılıyorlar. İşin sonunda ise kapitalizmin karşısında ayakta duramıyorlar. Kilisedeki vaazlar, akademik alandaki sunuların hepsi kapitalizmi destekliyor. Farklı düşünenlere akıl hastası ya da dinsiz, şeytan gözüyle bakılıyor.
Bir süre sonra kapitalizm ve sosyalizmden uzaklaşıyor konu. Kölelik çağına geri dönüyoruz bir anlığına. Madenlerde zorla işçi çalıştırıyorlar. Insanların günde on iki saatten fazla çalışmasını kısıtlıyan yasaları yeni yasalarla kaldırılıyor, köleliğin ismi de çalışma özgürlüğü oluyor.
Deniz kurdunu aralıksız okuyarak bitirdim. Doğum günümde böyle bir kitap okuduğum için şanslı hissediyorum. Şimdi bu kitaba sıra gelmeden ölseydim yazık olurdu, diye düşünüyorum. London'ın Yanan Günışığı kadar, hatta daha etkileyici bir eserdi.
Konusu itibarıyla bana biraz Iskender Pala'nın Efsane kitabını hatırlattı. Şehirli bir beyefendi gemi kazasından sonra ayıbalığı avcıları tarafından kurtarılır. Bu avcıların kendisine kazazede gibi davranıp usulünce karaya götüreceklerini düşünür. Hatta zenginliğini kullanarak para bile teklif eder. Ancak her okurun ilgisini çekecek kaptan Wolf Larsen, bu kibar beyefendiyi alıkoymak ister. Onun kolay hayatına biraz renk getirmek istediğini düşünüyordum başta.
Böylece kahvesini bile kendi pişirmeyen bir insanın, zorlayıcı deniz şartlarında miçoluk kariyerinde neler yaşadığını okuyoruz.
Elbette kitap bu kadar sığ değil. Böylesi de ilginç olurdu ama işin ilginç yanı, gemi kaptanı Larsen'in edebiyata olan ilgisi. Bu ilgi de kaptanın vahşi doğasına rağmen bizim yazarla aralarında bir ilişki ortaya çıkarıyor. Diyalogları okurları da içine çekiyor. Hayat ve yaşam üzerine, ruhun değeri üzerine tartışıyorlar. Okuyucu da bu soruları düşünmekten kendini alıkoyamıyor. Kitap sizi her anlamda için çekiyor. Böyle hissetmemin sebebi denize karşı duyduğum ilgi de olabilir.
Özetle dostlar, sizi harikulade bir kurgu bekliyor. Kendi felsefesi olan bir kitap. Jack London'ı sevenlerin özellikle es geçmemesi gerektiğine inanıyorum.
Demiryolu Serserileri, on altı yaşında, yoksulluk yüzünden trenden trene atlayarak dilenerek geçinebilmiş Jack London'ın otobiyografik kitabıdır.
Bu kitap bambaşka bir Jack'i anlatıyor. Demir Ökçe ve Yanan Günışığı gibi kitaplarını okuyanlar, daha sonra meydana gelen karakterindeki farklılıkları daha rahat görebilir. Burada oldukça özgür, hafif ve sonraki ağırlığına sahip değil genç yaşı dolayısıyla.
İşte bu kitapta, hayatının ilk gençlik yıllarında soğukta, tren görevlilerinden kaçarken, bir ekmek için gururunu bir kenara bırakarak dilenirken başına neler geldiğini, ne çeşit insanlarla karşılaştığını anlatıyor.
Bölümlere ayırarak aktardığı tüm maceraları akıcı ve bilmediğimiz hayatlara dair bir zenginlik sunuyor. Kişisel olarak yorumlayacak olursam hayatımın sadece belirli birkaç yerde geçtiğini ve asla Jack'in deneyimlediği yaşantıyı ilk elden göremeyeceğimi bilmek üzücü. Çünkü bizimkiler kısır ve buhrana sürükleyici hayatlar. Kısıtlı bir deneyim, hep aynı insanlarla karşılaşma sonucuna hiç keşfedemeyeceğimiz yönlerimiz, geliştiremeyeceğimiz özelliklerimiz olacağının farkına varıyorum.
Martin eden’ e "Mart" diyebilecek kadar içli dışlı oldum ve Mart'ın nazarında yeteneğin çok abartıldığı ve kişinin yetisinin yapabileceği birşeye yatkınlığını belirleyici olması dışında başka bir katkısı yoktur insanın hayatına, bireyi asıl geliştiren ve hayatına yön vermesini sağlayan en önemli mefhumun talep etmek, mücadele etmek, çalışmak ve fikirlerini geliştirmek için okumak Martin eden'in de dediği gibi "pusulasız" olmamak, fikirlerle dertlenmek gerek...
Denizci olan ve işçi sınıfından martin eden’in üst sınıftan olan Ruth'a aşık olmasıyla başlayan Kitap başlarda bir aşk romanı gibi birisini gerçekten sevmenin insana neler yaptırabileceğinin, aşkın gücünü anlatacak derken, denizci deyimiyle öyle bir dümeni çeviriyor ki martin'in mücadelesine ve çalışma azmine hayran olmamak mümkün değil. Okurken Jack London'un yarı otobiyografik romanı olduğu düşüncesi ile yol almak güzeldi Kitabı bitirdiğinizde bu konu da yazarın sürprizini göreceksiniz. İncelemeye başka bir konudan devam istiyorum.
Zihnimi kurcalayan Jack London’un da değindiği ve bir Yazar için en önemli gerekliliklerden olan" Üslup" hakkında yazmak istiyorum.
"Üslubum bozulur. Üslup sahibi olabilmek için ne kadar çalıştığım hakkında bir fikrin var mı?s306 Üslup sahibi bir yazar olduğu, üstelik bu üslubun da insanların çok hoşuna gittiği anlaşılmıştı.s434"
Bir Yazarın kitabını yada bir yazısını okurken üslup en değer verdiğim konuların başında gelir. Yazdıkları kelimelerin manasında ki fikri bize sunuş biçimine ve bu dili kullanırken adeta okuruyla konuşuyormuş edasıyla yapması çok değerli bir meziyet Önemli yazarların hepsinin Üsluplarıyla usturuplu bir biçimde bize yazdıklarını sunduğu farkedeceksinizdir. Hepsine aynı konuyu verilse bile kelimelerin manasındaki nüansı belirleyen üslupları olacaktır, bu çok önemli bir imza, Düşüncelerini birisiyle konuşuyormuş edasıyla kağıda dökebiliyorsan olmuşsundur demektir. Ve iyi bir okurun bu kitabı okuduğunda ilk farkedeceği konulardan birisi Jack London'un bu kitabı kağıda dökmeden önce zihninde yazdığı olacaktır. Bu konuda ve yazarların ilham aldıkları konular hakkında Karanlığı Aydınlat kitabının da çok faydası olacağı kanaatindeyim. Bu arada Levent Cinemre'ye bu kadar güzel bir eseri bizlere çok usturuplu bir şekilde sunduğu için Çok teşekkür ediyorum.
Okumayı düşünüyorsanız kesinlikle ertelemeyin. Keyifli okumalar dilerim Herkese... Jack London
Konusu oldukça ilginç ve roman olarak yazılsaydı Stephen King'in Mahşer'ine benzeyecek türde verimli bir konu 'dünyanın sonu' teması. Salgınlar, afetler ve kıyamet konuları zaten hem filmlerde hem de kitaplarda merak edilir ve sevilir.
London'ın bu tema üzerinde seçtiği tarzı da çarpıcı buldum. Kısa ama tatmin edici bir hikaye yazmış. Sosyolojik anlamda bahsettiği örnekler de dikkatimi çekti. Herkesi etkileyen tehlikeli durumlarda birçok kişinin daha fazla sorun çıkarması sadece bir kurgu değil. Bunları bizzat kendi ülkemizde de gördük.
Zaten zaman fark etmeksizin olağanüstü boyutta tehlikeli olan birçok olayda her şeyin tekrar ettiğini bu kısa kitaptan bile görebilirsiniz.
Aslında uzun uzun yorum yapılabilir ama herkesin okumasını ve dikkatini çeken şeyleri hikayenin içinden kendilerinin keşfetmesini öneririm.
İnsanın doğaya karşı mücadelesi, dayanıklılığı ve ekstrem koşullara dayanma potansiyeli, London'ın her kitabında olduğu gibi bu kitapta da temel konu olarak karşımıza çıkıyor. Zaten beni asıl ilgilendiren kısım da bu arka plan temasıydı.
Siyahi olan sözleşmeli işçiler hakkında kitaba yansıyan düşünceler, onların kendi bildikleri ilkel yollarla haklarını savunmaya çalışmaları ve zenginlik peşinde koşan Ingiliz, Amerikan beyazlarının bu insanları mümkün olan her şekilde kullanmaya çalışması oldukça canlı bir anlatımla yazılmış.
Kitapta tamamen çıkarılsa bir şey kaybedilmeyeceğini düşündüğüm bölümler romantizm ile ilgili olanlardı. Romantizm türüne London'ın kaleminden yazılsa bile katlanabildiğimi söyleyemeyeceğim. İçimi baydı okurken. Yamyamların, orman adamlarının ve denizcilerin maceraları çok sürükleyiciydi ancak kadın ana karaktere geldiğinde zorlama şekilde yazılması canımı sıktı.
Gerçekçilik burada yok oluyordu bana kalırsa. London, güçlü ve bağımsız bir kadın karakter yazmaya çalışmış. Fakat sonunda konuya ani bir karakter değişikliği katılarak cinsiyet rolünün geleneksel beklentileri karşılanmaya çalışılmış.
Okuru kendine çekecek maceracı ruhlu Amerikan kadını, bir anda hiçbir dış veya iç faktör olmadan ev hanımına dönüşüyor. Jack London değil de Jane Austen falan okuyorum zannettim.
Yine de özellikle protagonist olan adamın her koşula uyum sağlamasını, kararlılığını ve becerikli oluşunu okumak keyifliydi. Romantizmi seviyorsanız veya tahammül edebiliyorsanız London'ın maceraları ve hayal gücü kaçırılamayacak kadar değerli bence.