"Hakikaten şu insanlar pek müz'iç mahlûklardı. Kendi akıllarının üstünlüğüne inanarak başkalarına öğüt vermekten vazgeçmiyorlar, fakat kendi gülünçlüklerini, zavallılıklarını da bir türlü idrâk edemiyorlardı."
"Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla, Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla! Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım; Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. Gözler ki birer parçasıdır senden İlâhın, Gözler ki senin en katı zulmün ve silâhın, Vur şanlı silâhınla, gönül mülkü düzelsin; Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!"
"Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın... Anlatması imkânsız olan öyle bir an ki, Hülyâdaki ses varlığının gâyesi sanki... Bak emrediyor: Daldığın âlemden uyan ki, Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...
Sevdâ gibi bir gizli emel rûhuna sinmiş; Bir haz ki hayâlden bile üstün ve derinmiş. Gökten gelerek gönlüne rüzgâr gibi inmiş, Bir sır ki bu ölsen bile aslâ açamazsın..."
"Bana insanlardan mı bahsediyorsun?... Insanlar mâzide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir."
Şeytan, bir yiğit kılığında Varsak'taki birbirinden güzel yedi kızı büyülü incileriyle kendisine aşık etmeye uğraşmış. Kızlardan altısı Şeytana aşık olup kendilerini öldürmüşler. Ancak yedincisi, inciyi boynuna takınca çakıl taşına dönermiş. Şeytan önceleri bu durumdan deliye dönse de zamanla kıza aşık olmuş. Şeytanın insan kılığında çaldığı sazı duyan hayvanlar bile ağlarmış. Ancak kıza hiçbir şey tesir etmemiş. Sonunda çileden çıkan Şeytan, kendisini sonradan Şeytan Dağı denilecek dağa hapsetmiş. Hikayedeki kızın sırrı ise kalbinin olmayışıymış. "Masalda da, gerçekte de kalbi olmayan bütün kızların adı Gökçen'dir."
Deli Kurt'un hikayesi de Çakır'ın bölümünden sonra başlıyor. Olay daha çok tarihle ve Osmanlılar, Karamanlılar gibi beyliklerin arasındaki savaşların etrafında dönüyor gibi olsa da bütün öykü Gökçen'le ilgili. Peri mi yoksa cin mi olduğu belli olmayan bu efsanevi varlık ve Deli Kurt arasında geçiyor.
"Müslüman olup olmadığımı niye soruyorsun? Türk olduğum yetmiyor mu?" Fark ettiğim bir noktaysa Atsız, anlatmak istediğini yine Ziya Gökalp gibi açık açık yazmaktan ziyade, diğer kitaplarına olduğu gibi dolaylı yoldan veriyor okura. Bence bu şekilde yazması sayesinde çok daha akıcı olduğunu düşünüyorum kitaplarının. Türk Ülküsü'nde de, Ruh Adam'da da okumak keyif vericiydi yazdıklarını. Mesajı güzel bir efsaneyle ya da destanla birleştirerek, gerçek olaylarla da destekleyerek merak uyandırıyor insanda.
Cumhuriyet devrinin erken zamanlarında askerlik mesleğini yapan bir adamın atılması ve suçlanması üzerine işlenmiş kitabın konusu. Hayattaki her türlü zevke ve insana karşı ilgisini yitirmiş, her şeyden nefret eder hâle gelmiş bir adam olan Selim, karısı ve çocuğu da dâhil, üzerine konuştuğu her olguyla dalga geçiyor. Eskiden mesleği olan ve çok sevdiği askerlik mesleğinden bile vazgeçtiği noktalar var. Emir komuta zincirini eskisi gibi önemsemiyor. Yine de hayatta değerli bulduğu yegane şey askerlik.
Tasavvuf hakkında bir fikri yok, din konusunda zaten ilgisiz, edebiyat alanında da sadece şiir yazmış ve unutmuş yaşı ilerleyince. Askerlik kutsal olan, değerli gördüğü tek meslek.
Ilk başlarda tarihi bir kurgu romanı gibi geliyor ancak yarısından sonra özellikle bolca sembolizm okuyoruz. Doğaüstü olaylar gerçekleşiyor ancak bunlar da yazarın anlatmak istediğini soyutlaştırmasıyla ilgili. Mesela Ruh Adam, yani Selim, kendisi gibi düşünüp intihar eden arkadaşının arkasından intihar edemediği, hatta kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevdiği için kendisinden nefret ediyor. Arkadaşı askerlik uğrunda, ideolojisi uğrunda ölmüşken kendisinin hâlâ yaşama sevincinin olmasını katlanılmaz buluyor.
Güzel ve detayına kadar düşünülerek yazılmış gerçekten de ruhani yönüyle insanlara daha fazla hitap eden bir eser.