Semtlerin eski isimleri unutuluyor, şehir hızla geçmişinden koparılıyor. Oysa şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. Hiçbir özellikleri kalmaz. Birbirine benzeyen, sıradan insanlar gibi olurlar. Oysa İstanbul sıradan bir şehir değil.
Hepimiz öleceğiz. Gözlerimizi hayata yumunca yaptığımız kötülükler silinecek mi? İşlenen cinayetler, işlenmemiş mi olacak? Zalimlikler yaşanmamış mı sayılacak? Kötüler ölünce alçaklıklarından kurtuluyorsa, iyi insanların yaptıkları olumlu, güzel şeyler ne olacak?
"Beli bükülmüş yaşlı bir kadın gibi öne eğilen uğursuz konak,.." (syf:50)
Kitapta ne zaman konaktan bahsedilse kötü kalpli, çirkin bir cadının konağın her odasına süzülmüş hali canlandı gözümde, konuşmadan varlığıyla orada olan ve tüm vazifesi mutsuzluk yaymak olan bir cadı.
Osmanlı son dönemiyle günümüz arasında geçen kitap iki ana karakter Derviş Ali ve Halide'nin anlatımıyla ilerliyor. Dağılan bir ailenin mutsuzluğuna, dört kardeşin nasıl birbirinden koptuğuna ve yıllar sonra içlerinde biriktirdiklerini dile dökerek yüzleşmelerine tanıklık ediyoruz ve büyük aile sırrına. Ayrıca gerçekte yaşamış saray ressamı olan ve "Türk ressamı" olarak da tanınmış Fausto Zonaro da karşımıza çıkıyor. Ressamın kitapta üzerinde çalıştığı zikreden dervişleri resmettiği tablosunun ( Rufai Dervişleri Tablosu) yanı sıra İstanbul'un Fethi tablosuna çok aşinayız.
Merakla okudum ve son bölümde kitabın Halide'nin kardeşlerinden Nihal tarafından yazılması gayet güzeldi. Ama en güzeli Derviş Ali ve Halide'nin zamandan bağımsız olarak buluşup huzura ermeleri..
Kitaptan bazı alıntılar: --; bir gün cesaretle hayatını değiştirebilme hayali kursa da kişisel mutluluğunu ucuz numaralarla güvence altına almanın zavallılığı ölene dek devam eder.(syf:182)
--İnsanları endişelendiren, üzüntüye boğan günahkâr olmaları değil, başkalarının kendilerinden daha iyi, daha masum olma ihtimaliydi; şehrin kötülerle dolu olduğunu düşünmek onları rahatlatıyor, teselli veriyordu.(syf:10)
Bazen orta yerde duran bir örtü kalkar ve tam o anda hayatın ne kadar kötü ve acımasız bir yüzü olduğunu dehşetle fark edersiniz. Her şeyin bir cevabı olduğuna inanmak saf bir iyimserliktir.
İnsan ölüme yaklaştığında hatıraları yerli yerince sıraya koymakta güçlük çekiyor. Zaman hızla tükenirken her bir hatıra karanlıktan kafasını kaldırıp, telaşlı köşe kapmacada öne geçmenin peşine düşüyor.
; bir gün cesaretle hayatını değiştirebilme hayali kursa da kişisel mutluluğunu ucuz numaralarla güvence altına almanın zavallılığı ölene dek devam eder.
Sandım ki yüreğimde bir muska niyetine taşıdığım aşk bizi her tür fitne ficurdan muhafaza eder, kötülükleri ırak eyler. Dünyanın kimi vakit bir sürgün ve mahpushane, insanınsa karanlık bir gölge olabileceğini nasıl da unutmuşum.
Vücudumuza musallat olan simsiyah duman sanki o günden sonra içimizde yer etmiş bir daha hiç çıkmamıştı; kalbimizin duvarlarını karartmış, yaşama sevincimizi çalmış, bizi ömrümüz boyunca yanık ve iş kokulu hatıralara mahkûm etmişti.
İyilik bu evrende henüz keşfedilmemiş yerler kadar uzaktaydı. İyilik artık kimselerin konuşmadığı arkaik bir dilden kalma, manası çoktan unutulmuş bir sözcüktü.
İnsan birini sevmeye başladığında, onu hatıralarının bir parçası yapabilmek hevesiyle, hayatının geçtiği mekânlara çağırmak için dayanılmaz bir arzu duyar.
Bana kalırsa uğursuzluk diye bir şey yok; uğursuzluk insanların kötülüklerini sakladıkları koca bir maske, yalanlarla büyüttüğümüz sahte bir avuntu, suçu üzerine atmak için tutunduğumuz günah keçisi.
İnsanın bu dünyadaki rızkı ölünce kesilir derler, lakin ölüm ebedi bir rızkın kapısıdır, hatta bazen rızkın kendisidir. Varsın bu süslü, yalan dünya onu isteyene kalsın.
Ne tuhaf, insanlar ölüyor, bedenleri toprak altında çürüyor ama seni yaralayan zehirli sesleri ölümsüzlüğe erişip hayatın boyunca kalbinde ve kulağında kalıyor.
İnsanları endişelendiren, üzüntüye boğan günahkâr olmaları değil, başkalarının kendilerinden daha iyi, daha masum olma ihtimaliydi; şehrin kötülerle dolu olduğunu düşünmek onları rahatlatıyor, teselli veriyordu.
Yüreği hassas, kalbi incelikli insanlar, her an bir azabın içindeydiler. Her lodosta şehri baştan başa saran ağır kokuya kimsenin aldırış etmemesinin tek sebebi vardı: Çürük kokusu insanlardan geliyordu.
O yılların acar avcısı, tüfeğini bir kekliğe, bir tavşana doğrultmaya görsün, mümkünü yok tetiğe basamıyor. Dünyanın bütün çiçekleri, çocukları bir bir gözünün önünden gelip geçiyor.Ölen oğlu sesleniyor sanki: "Vurma baba vurma, yazıktır" diyor.