İnsanlığın trajedisi, onu güçlü kıldığını sandığı vasıtaların (bilim, teknoloji vb.) aynı zamanda onun kuyusunu kazması, onun güçsüzlüğünün sebebi de olmasıdır.
Kristof Kolomb' un adamlarının nice yerliyi suçiçeği mikrobu bulaşmış battaniyeleri bile isteye -biyolojik savaşın ilk örneği!- öldürdüğünü, yerli bebeklerini köpeklerine yem yaptıklarını, İncil-barut-alkol sacayakları üzerinde zalim bir sömürgeciliğin boy verdiğini bugün biliyoruz.
Ölümün inkârı, giderek hayatın inkârına dönüşmekte; varoluşsal nevroz, insan ruhunu yurt Gaye yokluğu, modern tecrübeyle birlikte bir gulyabani gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır.
Demek oluyor ki irade, fikirlerimiz ve duygularımız ile fiillerimizin arasına bir aklî muhakeme sokup nefsimize hâkim olarak bu aklî muhakeme ile de hareket edebilme kudreti bahşeden ruhsal hassadır.
Hayatımızın bütünü için güvenilir ve sağlam bir rehber olması bir tarafa, bu ilmin ne öğrenilmesi ve ne de uygulanması zordur. Aynı zamanda bu ilim, ciddi bir azimle arzulayan herkese terakki ve tekamül kapılarını açma imtiyazına sahip hoş bir vasıtadır.
Sana verilenlerle yetinme, nasıl yaşaman ve nelere tepki vermen konusunda bu sistemin seni şartlandırmasına izin verme.Ölüm aslında çok yakın insana.Gel gör ki insanlar hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşıyorlar.
Kar taneleri, kristallerinin uçlarını iyiden iyiye sivriltmişlerdi.Her düşen tane derin kesikler atıyordu güne. Yırtılan günün arasından ise yaklaşıyordu acı haberin soğuk nefesi.
Camiye gittiğimizde Müslümanız ama camiden dükkâna geçtiğimizde kapitalist. Ne kadar garip; sanki camide uyduğumuz Allah ile bize iş yerinde yalanı, haramı, faizi, insanları dolandırmayı yasaklayan Allah aynı Allah değilmiş gibi.
Malesef bugün bu soykırıma tüm dünya şahit olmaya devam ediyor.
Empati yapıyorsunuz, vatan sadece bir toprak parçası değil, toprağından koparıyorlar, burnunda tütüyor, boynuna evinin anahtarını asıyorsun, yıllarca geri döneceğin günü bekleyerek yaşıyorsun biraz şansın varsa.
Filistinliyseniz, mülteciyseniz size kampta bile rahat yok demektir. Kitapta beni şaşırtan sığındıkları ülke Lübnan askeriyle soykırımcıların işbirliği yaptıkları kısım oldu.
"Lübnan topraklarında Filistinli varlığına asla izin vermeyeceğiz." Bizi kâğıtlarda "katiller", "mikroplar", "çöpler" diye adlandırıyorlardı. İsraillilerin onları bizden kurtarmak için geldiğini, İsrail'le iş birliği içinde hareket ederek güç kazanacaklarını söylüyorlardı.(syf:232)
Okuyup rafına koyabileceğiniz bir kitap değil, araştırmaya yönlendiren birçok konu var.
Soykırımın içine doğan bir kadının hayatını okuyoruz, Rukayye ve onun ailesini. Soykırımı okuyorsunuz ve hala bu soykırım devam ediyor. Tüm zalimlerin kahrolmasını istiyorsunuz.
"... Evet, burada. Pota direğinin altında. Okulu tamir ettik. Restore edip boyadık. Oyun sahasına asfalt döktük. Çocuklara demedim. Oynadıkları sahanın altında kendileri gibi çocukların ve kendi anneleri gibi annelerin gömülü olduğunu bilirlerse nasıl kabullenip okula gelsinler?"
Bazen durumu düşününce kendimi, yalnızlığı ve bekleyişi kandırıyorum diyorum. Bazen düşünmeyi unutup küçük bahçemde uğraşmaya dalıyorum. Hatırlıyorum da annem Ebu Cemil dayımın eşine, "Onun yeşil eli var" derdi.
"Lübnan topraklarında Filistinli varlığına asla izin vermeyeceğiz." Bizi kâğıtlarda "katiller", "mikroplar", "çöpler" diye adlandırıyorlardı. İsraillilerin onları bizden kurtarmak için geldiğini, İsrail'le iş birliği içinde hareket ederek güç kazanacaklarını söylüyorlardı.
Anılar öldüremez. Dayanamayacağın kadar acıtır, belki. Ona direnebilirsek de bizi içine çeken boğucu bir dehlizden, üzerinde yüzdüğümüz bir denize dönüşür. Mesafeleri katedebiliriz. Ona hükmeder kendi irademizi kabul ettiririz.
Yazarken annem hakkında çok fazla düşünüyorum. Oğullarının öldüğü düşüncesini kaldıramamış, onları Mısır'a göndermişti. Yaşayabilmek için kendi yarattığı bir sanrının gölgesinde ömür sürdü. Belki de onun gibi oluyorum. Senelerce babanın kaçırılanlar arasında olduğuna dair bir vehimle yaşamadım mı?
Sonra bana,"Savaşta insanlar Rabbimizin bizi yarattığı gibi davranmazlar" dedi. "Mizaçlar altüst olur, denge şaşar. Dağılan tek şey üst baş olmaz, kalpler de darmadağın olur.
Beklemek hepimizin bildiği bir şeydir. Bir saat, bir gün, iki ay veya sene, belki seneler boyunca beklemek. "Uzadı" dersin ama beklersin. Ne kadar zaman bekleyebiliriz?
Fakat birinin hikâyesinde olup bitenleri bir mendilde biriktirip kese yapması, sonra elini içine atıp çıkardığı şeyi gösterip diğerlerine:" İşte bu benim hikâyem, dünyadan nasibim bu" diyebilmesi mümkün mü?