Vücudumuza musallat olan simsiyah duman sanki o günden sonra içimizde yer etmiş bir daha hiç çıkmamıştı; kalbimizin duvarlarını karartmış, yaşama sevincimizi çalmış, bizi ömrümüz boyunca yanık ve iş kokulu hatıralara mahkûm etmişti.
İyilik bu evrende henüz keşfedilmemiş yerler kadar uzaktaydı. İyilik artık kimselerin konuşmadığı arkaik bir dilden kalma, manası çoktan unutulmuş bir sözcüktü.
İnsan birini sevmeye başladığında, onu hatıralarının bir parçası yapabilmek hevesiyle, hayatının geçtiği mekânlara çağırmak için dayanılmaz bir arzu duyar.
Bana kalırsa uğursuzluk diye bir şey yok; uğursuzluk insanların kötülüklerini sakladıkları koca bir maske, yalanlarla büyüttüğümüz sahte bir avuntu, suçu üzerine atmak için tutunduğumuz günah keçisi.
İnsanın bu dünyadaki rızkı ölünce kesilir derler, lakin ölüm ebedi bir rızkın kapısıdır, hatta bazen rızkın kendisidir. Varsın bu süslü, yalan dünya onu isteyene kalsın.
Ne tuhaf, insanlar ölüyor, bedenleri toprak altında çürüyor ama seni yaralayan zehirli sesleri ölümsüzlüğe erişip hayatın boyunca kalbinde ve kulağında kalıyor.
İnsanları endişelendiren, üzüntüye boğan günahkâr olmaları değil, başkalarının kendilerinden daha iyi, daha masum olma ihtimaliydi; şehrin kötülerle dolu olduğunu düşünmek onları rahatlatıyor, teselli veriyordu.
Yüreği hassas, kalbi incelikli insanlar, her an bir azabın içindeydiler. Her lodosta şehri baştan başa saran ağır kokuya kimsenin aldırış etmemesinin tek sebebi vardı: Çürük kokusu insanlardan geliyordu.
O yılların acar avcısı, tüfeğini bir kekliğe, bir tavşana doğrultmaya görsün, mümkünü yok tetiğe basamıyor. Dünyanın bütün çiçekleri, çocukları bir bir gözünün önünden gelip geçiyor.Ölen oğlu sesleniyor sanki: "Vurma baba vurma, yazıktır" diyor.
Yıllar yıllar önce bir seminere katılmıştım. O vakitler tanımadığım Hakan Mengüç konuşmacılar arasındaydı. Konuşmasının bir yerinde gözlerimizi kapatmamızı istedi ve bize bir sahil kenarında taş toplattı ama bir sorun vardı benim taşım çok ağırdı ve kaldıramıyordum. Yıllar sonra bile bu seminerden en net hatırladığım görüntü o sahil kenarında o taş ile karşılaşmamdır. Sonra ne oldu, diğer katılımcılara ne söyledi hatırlamıyorum.Kopmuştum sesten, o sahilden başladığım noktaya dönmeden, o taşı kaldıramadan gozlerimi açtım. Şaşırmıştım ve ney sesiyle o taşı düşünüyordum.
Yıllar sonra Hakan Mengüç' ün kitabı elime geçti. Okumaya başladım ama devam edemedim sonra tekrar başka bir kitabı daha buldu beni. Zihnimdeki o taş ile beni buluşturan kişiyle tekrar karşılaşmam tesadüf olamazdı. Sonuç olarak artık ben de tesadüflere inanmıyorum. Bu kitapta Hakan ve Azra'nın yol hikayesini okuyoruz. Kendimize de soruyoruz: Ben böyle bir yolculuğa çıkabilir miydim? Dinlendirici ve akıcı bu kitabın ardından belki günler sürmese de birkaç saatlik minik yolculuklar yapabiliriz.
Gönülden istemenin içinde aşk ve teslimiyet kadar sonsuz bir güven de var aslında. Çok isteyip çekiştirmekte hırs var, mücadele var, çatışma var ve bütün bunlar geciktirmekten ya da istediğin şeyden giderek uzaklaşmaktan başka bir işe yaramıyor. Çağırdığın isteğe güven duymak, bunun nasıl ve ne şekilde olacağını hesaplayıp sorgulamamak, olanın da olmayanın da zaten hayırlı olduğuna kalpten inanmak demek.
Mecnun'un, Leyla'ya ulaşması mümkün kılınmışken bile, onun kendisine yardımcı olanlara değil ve fakat Leyla'ya ulaşmasına engel olanlara dua etmesi, âşık için aradaki engellerin anlamına bir atıf olmalı. Nitekim derdinin izalesi için Kâbe' ye dua etmeye gönderildiğinde, o, derdinin artması için dua eder.
Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mıdır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır?
Öyle bir an gelir ki, Allah, bütün görünenlerden daha âşikâr olarak görünür. Ama kime? İşte sözü geçen dört gözünü birden kullanabilenlere... İkisi başta, ikisi de kalpte yer alan bu dört gözüyle bakmasını bilenlere... Eşya onlar için ayna oluyor, yani aynaya dönüşüyor.
Hayır, hayalimiz bizi zorlamıyor; yaşadığımız hayat hayalimizi zorluyor, kanırtıyor onu: yüzlerce, binlerce ayağın birbirine karıştığı, adımların seçilemediği o karmaşa ortamında, minicik bir serçe kuşunun orada ne yaptığını sormak için, böyle bir gerçeğin hayalimize silah çektiğini idrak etmemiz gerekiyor.