Farzedelim ki, bu mekânda biz dahil her şey 100 kat küçüldü. İşte o zaman aramızdaki mesafe artar. 6 karışlık mesafe 600 karış olur çıkar ve biz de aptallar gibi, birbirimizden uzaklaştığımızı ve mekânın büyüdüğünü düşünürüz. Oysa bizler küçülmüşüzdür!
Geleceği bilme konusunda en çok başvurduğu yol, bir kitabın rasgele bir sayfasını açtıktan sonra gözüne ilk ilişen cümleyi okuyup bundan bir anlam çıkarmaktı.
Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı, işte o zaman müminlerin tespihlerinden gelen şıkırtılar, yediklerini köşe başında çıkartan bir sarhoşun göğsünden gelen hırıltılar, kuytularda büyü yapanların dudaklarından dökülen fısıltılar duyulabilir ve on binlerce altınlık servetlerden saçılan ışıkta parlayan gözler, şuh kahkahaların çınladığı batakhanelerin kapılarında asılı kırmızı fenerler, tenha köşelerde kirli ellerin çektiği o pırıltılı hançerler seçilebilirdi.
... Aşkım da değişebilir gerçeklerim de Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı Yan gelmişim diz boyu sulara Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum Hiçbirinizle dövüşemem Benim bir gizli bildiğim var Sizin alınız al inandım Morunuz mor inandım Ben tam kendime göre Ben tam dünyaya göre Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız.
Eşyayı da sevmiyordum galiba. Daha doğrusu, eşyayı insanlarla bir tutuyordum, ikisiyle de aramda, yalnız benim bildiğim ve başkalarına açıklanması güç meseleler vardı.
Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar?
Ülkeme ve insanlarına kızmağa başladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı. Bu yüzden insan, duyduğu şeyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu.
Arılardan biri -belki de yerinin değiştirilmesine sinirlenip- dışarı uçtu ve beni kulağımdan soktu. İnanılmaz bir acıydı, insanı zehirleyen parlak bir fikir gibiydi.
Yazarın okuduğum ilk kitabı. Kitap on altı kısa öyküden oluşuyor. Okuması zevkli, dil sade ve akıcı.En çok Deli Tarla ve Adieu Hala öykülerini sevdim. Bence dili daha ağır, uzun kitaplardan sonra okunabilecek yormayan, güzel bir kitap.
Dünya senin gibi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor cümlesine o kadar çok maruz kaldım ki, kendi dünyamla baş başa kaldığımda dünyanın dönmediğine yemin edebilirdim.
İnsanımızın kendini önemli ve güçlü hissetmemesi acaba birilerinin planlayarak yaptıkları bir şey mi? Yoksa, bizzat insanımız, insan olmanın sorunluluğundan kaçtığı için kendisi mi bu durumu yaratıyor?
'Koşullar ne olursa olsun doğruyu söyleyen biri, ' ile, 'Durum uygun olduğu zaman doğruyu söyleyen biri, ' aynı gücü taşımazlar; aynı enerjiye sahip değillerdir.
Yalan söylediğin zaman kendinle ilgili algılaman bir yara alır. 'Ben dürüst bir insanım' dememiz yara alır; sizin kendinize dürüst bir insan olarak bakmanız zorlaşmaya başlar. Kişisel bütünlüğünüz zedelenir.
"Diğer insanlarla olan ilişkinizi kendinizle olan ilişkinizden daha üstün tuttuğunuz andan itibaren, sizin dediğiniz türden yalnızlık başlar; bir süre sonra kendinizin değil, diğer insanların beklentilerini yaşayan, sıradan bir insan haline dönüşürsünüz."
Çok çocuklu evlerin kapalı kutuları olarak hiç açılmadan, sıkı sıkıya paketlenmiş ruh halleriyle yaşamış, isimlerinin onlara verdiği ağırlıkla oturdukları yerde büyüyüp gitmişlerdi yavrular.
Kitabın adıydı ilgimi çeken.Bir değirmense bu dünya biz de öğütülen buğday taneleri olmalıydık. Bu kitabında ağır bir dil yok, akıcı ama bir o kadar da üzdü tarih sahnesinden açtığı perdeleri seyretmek.
"1950'li yıllarda hunharca Müslümanların kafalarına çivi çakan Çinli ile, yerleşim merkezlerinin üzerine misket bombaları atan Yahudi, Afganistan'lı Müslümanları napalmla yakan kızıl Rus hep aynı insandır." (syf:220) Kitap özetle bu çerçevede ilerliyor. Günümüzde yine bu coğrafyalarda hüznün hakim olduğunu, zalimin ne kadar zalim olabileceğini gördüğümüz için çok da şaşırmıyoruz okuduklarımıza. Batı dünyasının Müslümana verdiği zararı, Müslümanların birlik olamayışını okuyoruz.
Kitap bitince bir heykeli anımsadım. Hani şu üst üste ibadet eden Müslüman, Hristiyan ve Yahudi heykeli..
"Bir keresinde, ben küçükken bir ağaca tırmandım, şu yeşil, ekşi elmalardan yedim.Karnım davul gibi şişti, çok acıdı.Annem elmaların olgunlaşmasını bekleseydin, hastalanmazdın dedi. Şimdi, ne zaman bir şeyi çok istesem, annemin elmalar için söylediği şeyi anımsıyorum."
Çocukluğunda çalışmış, gençliğinde de çalışmış, hep çalışmış, çalışmaktan başka bir şey bilmemiş bir adamın kendini mutlu etmek için kurduğu bir divanı fazla görmüşüz.
Burada oynanan oyun belki de en acısı. Dünyadaki bütün Müslümanları ilgilendiren bu kutsal beldelerde, küfrü tam hâkim kılmak için Yahudi Faşizmi, başta Amerika olmak üzere bütün Batı devletlerinin desteğiyle faaliyet gösteriyor. Bu ülkelerden yağdırılan hadsiz hesapsız dolarlarla yapılan işleri, dünyaya, "Yahudi Mucizesi" diye propaganda eden Yahudi, İsrail'deki ve işgali altındaki Müslüman nüfusu tam bir ekonomik mahrumiyet içersinde tutuyor. Bu uygulama özellikle "Kudüs'ü Yahudileştirmeyi" amaçlıyor.
Yahudi menfaatlarına hafifçe sırt çevirmeye kalkan bir ABD başkanına, eyaletlerden birinin Yahudi valisi yaklaşıyor ve kulağına, Sayın başkanım, diyor, başınızı arı kovanına sokuyor, bir bakıma intihar ediyorsunuz. Başkanın hemen kendine çeki düzen verdiğini kaydetmeye lüzum var mı?
1950'li yıllarda hunharca Müslümanların kafalarına çivi çakan Çinli ile, yerleşim merkezlerinin üzerine misket bombaları atan Yahudi, Afganistan'lı Müslümanları napalmla yakan kızıl Rus hep aynı insandır.
Kalp gözü parıldayan bir insanın bir şeye bakıp da içinde hikmet görmemesi mümkün değil. Anlatılan deliler ise, gözlerinin kalkan perdeleriyle şiddetlenen görmelerini, karanlıktan başka bir şey göstermeyen bir deliğin önünde sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyorlar...