işte bilmeden bir gündüze büyüyen çiçek kalbimiz güneşin ağzından bir cümle umar yaşamasına işte yeşilden sarıya duraksız bu göç bu yol uzayan dilidir tükenmez kıyısızlığımızın ölümle sustuğumuz ve bir defa yakışmak içindir dünyaya bu solgunlukta bin defa giydiğimiz bu gömlek kelebeklerden
ve andolsun diri gömülen kız çocuğuna kalın sesli bir karanlığın bağrında yitenlere andolsun bembeyaz bileklerinden sonsuz kırmızı güvercinler uçuranlara Uzun saçlı geceye ve geceden doğan ve geceyi doğuran bekleyen bekleyen bekleyen güne ki toprağın ve zamanın ve unutuşun örttüğü onlar yani bu dünyanın en evsiz gülümsemeleri yani yaşamın en yorgun en yalnız en haklı en eski en dilsiz en güzel yürüyüşünün gülden başlayan ve güllerle bitecek olan serüvenleri keskin bir koku gibi işgâl ederek o yaşlı hafsalanın en zulümlü parçasını devingen bir rahim gibi kapsayacak ve yeniden doğuracak göğü ve işte gökyüzü o zaman gökyüzü olacak
ve şimdi zaman beynime ölü bir kediyi sokuştururken seni düşünmek cesetler ortasında keskin bir kokuyu bir gülle bölmek gibi gecenin herkesi bir yorgan gibi örten yüzüne sarılmak unutmak gibi evet unutmak ki doğmakla elimizden alınan o sessiz körlüğe kavuşmaya benzeyen bir yanı var mutsuzluğun dibinde inciler bulmaya çalışmanın saçmalığı renkli bir şeker gibi ayartırken çocukluğumdan kalma yanımı kör bir bıçakla yontuyorlar neredesin demiştim duyan var mı sesimi bu uzayan uzayan ve uzadıkça boynumu sıkan boğazıma tüylü bir hışırtıyla yürüyen örümceklere tenime oyuklar açıp kalbime yürüyen böceklere benzeyen gecenin içinde yalnızım demiştim oysa gelirdin yaşama her yanıyla koşan etinle varoluşun tüm boşluklarını doldurmak gibi bir şeydi yürüyüşün bitmez bir yolda bitmez bir sancıyı tüketirdi oysa öyle gece ki her yer sesimi yitirmek gibi bir kuş kondu kelimelerime ellerimden uçup gitmeyen gözleri oyuk bir kuşun yalnızlığıyım ben bir türlü bir yere varamayan bir gidiş var içimde ölüp ölüp sapsarı bir kokuyla dudaklarımı okşayan çürük bir gelin var içimde durmadan uzandığım bir halat var boynumun özlediği bir yerdeyim ki kutsal kitaplardan sıkılan bir peygamberin kimsesizliği kadar bırakılmışım deyip önce kendimi uzaklığa alıştırmanın çaresizliğini beni duvar duvar büyüyen bir mesafenin artmayan eksilmeyen deliliğiyle ağır hantal yorgun sıcak ıslak devasa bir ağız gibi yutuşuna evet mi demeliyim bilmeden kendimi akıp giden boşluğa bırakıyorum ışık daha yakın şimdi biliyorum her an her an her an daha az bilerek
alfabesi bu şiirin, törensiz cenazeleridir göğsünde buzdan kuşlar biriktiren çocukların bir vakit kelimeleri vardı, nüfus müdürlüklerinde isimleri vardı kırgın akşamlar gibi göğün bir yerinde gözleri kaldı, görünmez, yel esti yokluklarından kaydı tutulmadı acılarının bir ölümleri bilinir
lastik ayakkabılarında kaldı yürünmemiş yolları çürük bir eylül gibi solgun ve görkemsiz sessiz bir altyazıya gömüldü haziranları bir ana kucağıdır ölüm uçsuz bucaksız ve ömrün yarım bir cümle gibi kanatsız yavrum kara toprak emzirsin ağzındaki kuşları
Ben hiçkimse değilim, herkes de olamadım. Kimse için bir ihtimâl değilim. Kimsenin göğüne getirecek ışığım yok. Ben hasta değilim, sağlıklı da sayılmam. Günler sırtıma bir yorgunluk olarak çöküyor. Geceleri terden bir yorgan gibi çekiyorum üstüme. Belki çok yalnızım. Belki yeterince yalnız kalmadım. Ümidimi yitirmedim. Belki de bu yüzdendir hâlâ hayattayım. Ne bir destanım var kendime okuyacağım ne de bir mezar taşım olsun isterim, ölünce. Nasıl geldiysem bu dünyaya, öyle gitmek isterim. Anlatırım, anlatacak kimse olmasa da. Eskimiş defterimde biriktiririm ömrümden azalan vakitleri. Kimseye lâzım olmayacak şeyler yazarım. Çürümüş şeyleri tâzelerim orada, gidenleri geri getiririm. Soğumuş her şey ısınır ansızın. Vakit geriye doğru çekildikçe çekilir, ölü kedim çıkar mezardan, toplar arabanın altına sıçrayan kanını, gömdüğüm oyuncaklarımı çıkarırım, yüzüme bir gülümseme uğrayıverir. Zaman ağırlaşır. Uyanmak istemem. Uyanırım. Kelimelerim sağaltmaz yaraları. Bana gözleri parlayarak bakan herkes, birgün beni görmez olur. Kumlarla kurduğum her düşü, dalgalara terk ederim.
Ben sana herkesten saklanan, boynu bükük, dalgın ve suskun yanımı verdim. Her ne kadar içimde, benim de kırıntılarını duyduğum bir yerlerde, bir şeyler yaşam deyip kıpırdansa da, bildiğim ve gördüğüm her yanım tersini söylüyor. Sen haklısın belki, belki çok kolaydır. Belki gözlerimin önünde bir perde vardır, beni kandıran, her şeyi olduğundan daha zor gösteren... Beni herkesten iyi biliyorsun. Bazen seninle konuşurken benim bile bilmediğim bir yanımı keşfediyorum. Kendime şaşıyorum. Nasıl acıkmışım hayata, nasıl da susuz kalmışım! Güzel konuşmak yetmiyor bazen bazı şeyleri anlatmaya. Düşün ki benim gibi bir geveze bile çaresiz kalıyor. Dokunmak, saçlarından boynuna inen o yolda, o kokuda kaybolmak, bedeninden evvel rûhunun açtığı bahçede gezinmek, sarhoş olmak, gözlerinin ta içine bakarak dalıp gitmek güzel olurdu. Eğer ben tüm bunlarla yetinebilseydim. Ben seni kimsenin sevmediği gibi sevmeliyim, kimsenin düşünemeyeceği gibi düşünmeliyim. Sana kimsenin dokunmadığı gibi dokunmalıyım. Çünkü benim küçücük ve beni korkutacak kadar sonsuz dünyamda sana başka türlü yaklaşmak haksızlık olur. Kimseden bir talebim yok, sendense tek bir şey dileyebilirim: Beni bağışla. Deli değilim ama akıllı olduğum da söylenemez. Vatansız değilim ama bir yurdum da yok. Evet, konuşabiliyorum ama hiçbir şey anlatamıyorum. Ağrıyor, kanıyorum ama canlı mıyım, emin değilim. Bir şeyler hep güzel kalmalı. Uzaklık bazen binlerce kilometreye rağmen anlamsızdır. Yakın olmak için her zaman yan yana olmak gerekmez. Bir şeyler ya seninledir, ya değildir. Çok uzaklardayım, çok ücralarda. Bir türlü tükenmeyen bir mesafe var kendimle aramda. Yazıyorum, çiziyorum, çalıyorum, söylüyorum ama kâr etmiyor. Mutlu olmakla ilgilenmiyorum, bana daha yoğun bir hüzün gerek. Dilimi çözecek bir hüzün. Ben tanrıyı bir zamanlar hüzün sanırdım. O yüzden onu içimde bilirdim. Daha fazla oyun oynamaya gücüm yok. Tahammül edilmez derecede kayıp haldeyim. Her şey gözümün önünde olmasına rağmen, görmüyorum. İçimde bir şüphe var. Yorgunum. Yokuştan yukarı taşlar taşıyan ve sonsuza dek taşıyacak olan birinin umutsuzluğu var içimde, kendini olumsuzlayan bir umutsuzluk. En iyi başardığım şey iç çekmektir. Gülümsemek insanı yorar mı? Beni yoruyor. Yüzümde büyüyen bir karanlık var, gölgeleri korkutan bir karanlık. Oysa ne güzeldi erik ağacının altında uzanmalar, o kaygısız mutlaklık, o saçma kutsiyet... Arada belki kendimden dışarı çıkarım böyle ama yine buraya varırım. Bende her yol biraz ölüme çıkar. Üzülme. İyi ol. Buradayım. Ben olarak. Bir türlü tanımadığım ben... Veysel, Dosto, Mürid, o yaşlı çocuk... Özür dilerim.
"Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? Bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım.
Son kuşlar da göçtü. Duvarlarda seslerin izi söndü. Silindi geceyi gündüzden ayıran çizgi, böcekler öldü toprakta ve yağmur kurudu çoktan.
Ellerinin engebeli coğrafyasına sığındım, kaçarsam bağışlardın çünkü, ağlarsam okşardın, susarsam susardın... Yorgunluk sırtını yaslardı sırtımıza, kırgın bir dil oluverirdi suskunlukla aramızda. Senin saçların güvercinler olurdu rüzgârda, uçuşup duran, bir gün göçecek olan...
Ölüm, ölüm... Cesetten bir güneş gibi tepemizde... Kibirli bir merhem gibi, sağaldığını göstermezdi yaranın. Ölüm, ölüm... Terli bir rüzgâr gibi hiçlikten ve boşluktan bir örtüydü, ömrün kadim ninnisi...
Soluk renkler arasından ansızın, anılardan bir bahçe belirdi. Beyaz bahar yapraklarında zaman unutulmuştu. Gülüşünün çarptığı duvarlarda çiçekler açtırdım, harflerden çiçekler... Sayfalarda bu kez ben doğurdum seni. Kırmızı kelimelerle ödedim kanını. Bir mezardın, bir ölüydüm, çok sonra anladım.
Son kuşlar da göçtü. Duvarlarda seslerin izi söndü. Silindi geceyi gündüzden ayıran çizgi, böcekler öldü toprakta ve yağmur kurudu çoktan.
Dikenleri kendine batık bir gül Durmadan kanar yalnızlığa Yüreği... Yol yorgunu, kırık bir çocuk. Ama yeminli sanki ağlamamaya Bitimsiz bir gökyüzü diker mavi kumaştan İçindeki sağır terzi, tek kanatlı bir kuşa Çünkü her şey umut kadar güzel Umut kadar saçma Bunca telaş, gürültü, koşturmaca Resmi belgelerle büyüyen soğuk boşluğu insanın Ve boşluğun tam ortasında açan Ölümlü çiçek Dirense de, büyüyüp kök salsa da toprağa Her şey tek bir sözcük galip gelsin diyedir aslında: Boşuna.
Boşunadır göğsünde küçüldüğün deniz Oyuncaklarını çalan zaman Boşunadır annenin sesiyle seni uykundan öpen ninniler Adımlarını siler seninle yürüyen rüzgâr Karanlığa koşturan atlar gibi çekip gider, Ne kalır insana hatıralardan...
Oysa dilerdim ki çözülmesin saçlarının çocuk örgüsü Gülümsesin gül desenli eteğin İçime sığınsın yine, içimden gelen adın yaşamın ürküntüsünden... Babam gelsin tutsun elimden bana bayramlık alsın Papatyalar açsın saçlarında senin Kalbimizden düşüp kaybolan bin parçanın Biri sende biri bende yadigâr kalsın ... Dostoyevski'nin Müridi