evimi bir sokakla aldattım, üstümde ay var bu gümüş semtinde bir sokağın üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor, ben artık yalnızca denize karşıyım
üstüme gelme ay hanım, Kuzguncuk otelinde iyilik katına çık, senin konukların ağır, ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım
ruhumun bir otelde ilk kalışı bu aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok, üstümdeki yabancıyla uyumalıyım
ruh semtinden kayık açma ay hanım! sana hazır değilim, senden yanayım kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden
Kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım, sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım
Mektup yaz, denize at nasılsa bir gün her mektup suların aynasında boy gösterir kimi boğulur kimi kaybolur kelimelerin yaralı kelimelere rastlarsanız sahilde bilin ki ölümden önce son arzuları denize bir şiir halinde geri dönmektir.
Siyah-beyaz fotoğraflardaki renkleri nasıl tahmin ettiğini sorduğumda, "Bakmakla görmek aynı şey değil, görmek yavaş yavaş öğrenilir. Görmeyi öğrenirsek, görüntünün ardındaki öze ulaşırız," demişti.
Şimdi düşününce hak veriyorum. Önce ayrıntıları fark etmeyi öğreniyorsunuz, gördüğünüz nesneyi parçalarına ayırıyorsunuz, sonra yeniden baktığınızda gördüğünüz bütünlük ilk algıladığınızdan .ok daha zengin, daha anlamlı oluyor. Önce tümdengelim, sonra tümevarım yöntemi. Başladığımız tüm ile vardığımız tüm farklı. Bir opera partisyonuna, bir müzik parçasına çalışır gibi tıpkı. . . .
Bilinen gerçek şu ki, bir çeşit hız çağında yaşıyoruz. Bu yüzden, dirseklerimizi dayadığımız masa eskisi kadar, diyelim kırk ya da elli yıl önceki kadar ağır değil artık. Gözlerimizi hangi görüntüye çevirirsek çevirelim, göreceğimiz çizgiler eskisi kadar belirgin değil. Her şey hızın pençesinde yeniden şekillenip yeniden var oluyor ve var olur olmaz da acayip bir hızla eskiyor. İnsanoğlunun damarlarında da, fark edilsin ya da edilmesin, kan yerine hız dolaşıyor sanki. Her şey soluk soluğa, her şey harıl harıl, her şey vızır vızır... Evler, ağaçlar, sokaklar, caddeler ve meydanlar sürekli hareket halinde; her şey yer değiştiriyor, biçim değiştiriyor, ruh değiştiriyor. Kendini kendi rüzgarıyla körükleyen bir hız, hızla ele geçiriyor hayatı; ayrıntılarını silip hızla flulaştırıyor. Onu yavanlaştırıyor hatta, alıp uzaklaştırıyor ve günden güne insanın ruhuna ağırlık verecek kadar hafifletiyor.
Kısacası, hızın değere dönüştüğü bir dünyada, devasa bir hız topu halinde, korkunç bir gürültüyle hep birlikte yuvarlanıp duruyoruz. Hayatımızı hayal edilemeyecek kadar kolaylaştıran tuşların, butonların ve düğmelerin sayısı arttıkça, metrekareye düşen insan sıcaklığı da giderek azalıyor tabii ve artık insanoğlu öteki insanların varlığından uzaklaşıp sadece kendi hızıyla arkadaş oluyor.
Hızın hayata ve insanlara neler ettiğini anlatırken hızımı alamayıp olayı biraz abarttım mı bilemiyorum ama, ben buradan, günümüzde yazılan metinlerle bu hız arasındaki ilişkiye gelmek istiyorum. . . .
Yalnızlık alıp karşına kendini, öteki kendinlerle konuşmaktır. Bakışmaktır, öteki kendinlerle; dövüşmektir. Kimi zaman da, öldürmektir içlerinden sana en çok benzeyeni, benzemiyor diye.
"Bir de durmadan kötü, sıkıcı şeyler yazan, iş bilmez bir öykücünün eline düşmek var. En büyük korkum da bu. O zaman kim okumak ister ki beni, başımdan geçenleri kim az da olsa merak eder, değerli, sınırlı zamanını vakfedip, dinlemeye gönül indirir? Duyduğuma göre iyi öyküler bile yeterince okunmuyor, basılmıyor, hasbelkader eş dost yardımıyla yayınlansa bile doğru dürüst satılamıyormuş memlekette. Şiirle birlikte en az ilgi gören edebi türmüş öykü. Herkes anlayamazmış, yazması da hayli meşakkatliymiş zaten. Romandan bile daha zormuş. . . "
O gece, bu caz parçasını dinlerken, bana uzak yıldızlardan söz etmiştiniz. Ama hatırlamakta zorlanabilirsiniz. Çünkü insan acı çekerken bildiklerini bile unutuyormuş. Acıya son verilsin diye, her şeyi yapmaya hazır oluyor, her şeyi söylemeye razı geliyormuş. . .
21. Merhametine sığındığım sabah başladı Akşamın sorularını iyileştirecek sabah başladı Herkesin uykular boyu gittiği sabah başladı Bir ilk dokunuş hazzıyla ürperen sabah başladı Taşların kadife atlaslarda iç geçirdiği sabah başladı Göğsümdeki gözyaşı kurusunun uyandığı sabah başladı Rüyanın bağışa döndüğü sabah başladı
Ey sesler annesi, harfler sureti Bir dünya şarkısıyım ben ağzında harelenen.
Yaşamda Korku ve Haz "Dünya şaşırtıcı bir yerdi. İçinde hayatın kıpırdanışını hissetmek, kaslarının hareketini fark etmek, sonsuz bir mutluluk kaynağıydı. Av peşinde koşmak, büyük bir heyecan ve coşku veriyordu. Öfkeler ve savaşlar, aynı zamanda haz veren şeylerdi. Hatta korku ve dehşet ile bilinmeyenin gizemi bile bu hayata bir şey katıyordu.
Bir de bazı rahatlıklar ve doyumlar vardı. Dolu bir mide, tembel tembel güneşin altında yatmak gibi şeyler çekilen bütün zahmetlerin, verilen bütün emeklerin karşılığıydı. Ayrıca bu zahmet ve emeklerin zaten bir de kendi karşılığı vardı. Hayatın dışavurumuydu bunlar ve hayat, kendini dışavurduğunda her zaman mutludur. Yavru kurdun da o düşman çevresinden hiçbir şikayeti yoktu. Son derece canlı, son derece mutlu ve kendinden son derece gururluydu. "