Herkesin kendi anlamını bulabildiği, kendince bir derinliğin izini sürebildiği eserlerin defaatle okunması, yüzlerce kitabın etkisini karşılayabiliyor..
Belki de bize ilgi çekici gelen şey, o bilinç parçalarının dağıldığı anda, bilinç üstü bir kavrayışın devreye girmesidir. Mesela Mercier ile Camier' de konuşmalar öylesine insancıl ve çarpıcıdır ki, kendini bulmayan pek az kişi vardır sanıyorum.
Beckett 'ın tutmak istediği yol biraz da insanın kendinde takılıp kalışının direncini kırabilmek bana kalırsa, kendini bu kadar önemseyen insanın, silinebilirliğinin altını çizmek.
Molloy, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan adlı romanlarından oluşan üçleme, Beckett'in en önemli yapıtlarından... Eserle ilgili karaladığım, genel bilgi ve spoiler içermeyen, notları buraya iliştiriyorum...
📎Molloy Üzerine;
İnsanlar elleri kalem tutuyorsa düşüncelerini en doğru ve etkili biçimde dile getirebilmek için uğraş verirler. Beckett adeta bu yolu tersinden yürüyor... Yani anlam yüklenen her şeyden, yalınlığa ve ilk ürpertiye... Kendi anlatılarını yarıda bırakıp, kendi sözünü kesmesi, yine Molloy'da gördüğümüz, bedensel ve zihinsel dağılışın eş zamanlılığına işaret ediyor gibiydi.
Soyutlamanın çağrışımlar ve devinimlerle zirveye ulaştığı metinde Beckett'ın sonsuzluk kaygısını, zaman dışılıkla, katlanılmaz acıyı da kayıtsızlıkla ifadelendirmesi inanılmazdı...
Bende yarattığı en büyük etki, dilin ve ona yön veren bütün yönergelerin yok edilebilirliğiydi... Karalanıp, aynı kalemin arkasındaki silgiyle silinebilen sayfalar gibi...
Bedenin ve ruhun , dıştaki kusurun içteki kusurla bütünlenmesi...
Tam, Lousse 'a veda ettiği o yağmurlu günde, Beckett Molloy yerine konuşmaya başlıyor... "Bu öyküden sıkıldım." gibi cümlelerle ifadeler netleşiyor; ölüm, uyku, gece, deniz ile ilgili yazarın kendi düşüncelerini belirleyici biçimde açıklaması akışı gerçekten hızlandırıyor.
Deniz kenarından ayrılırken metin yeniden muğlaklaşıyor.... Başta karşımıza çıkan belirsizliğin sürdürülmesinde, okura aktarılmak istenen, 'her şey hiçliğe akar.' manifestosudur. Aranan ve arayan kişinin, hattâ arayışın öznelliğini yok etmek belirleyicidir. Kendinden ve zihin akışından başka varlığı tanımayan solipsist öznede yok olan egodur. Olayları ve yaşamın akışını flu bir camdan izler gibidir. Aralıklarla bakış netleşir, hatta netliğin ötesine geçer. Ama beliren her şey, yeniden bilincin uykusuna eşlik etmelidir.
📎Malone Ölüyor Üzerine;
Odanın duvarlarının hiç görülmemiş çiçeklerden ve tavandaki ikonolardan sonra tamamen gri renge bürünmesi yaşamın ve ölümün o odaya akseden nefesiydi adeta...
Postmodern karakterlerde eşyaların önemi bazen diğer her şeyin ötesine geçer, adeta özdeşleşilmiş, bir bağımlılık halini almıştır, özellikle Malone'un her seferinde kalemlerin markalarına vurgu yapması ve sadece onunla dünü, bugünü görünür kılabilmesi, hayata onunla tutunma çabası çok çarpıcıydı.
Islahevindeki felçli mahkûmun anlattığı Saposcat'in geçmişinden yahut anımsadığı olaylardan bağımsız, hayali bir karakter olduğunu düşündürdü bana nedense... İlginç olan, hemen her eserinde bedensel ve ruhsal kusurların ön planda yer alması ama 'acı' dan, trajediden çok derin kavrayışın yaşanması.. Egonun silinişi...
Büyük felsefi yaklaşımların, hayatın içinde canlanan ruhunu, kesitler halinde görebilmek, bunun gibi metinlerin zihinsel etkisini vazgeçilmez kılıyor.
📎Adlandırılamayan Üzerine;
Estetiğin minimalize edildiği sanat, yaşamın vurgusal alanlarını psişik birer mesele olmaktan kurtarmıyor mu sizce de? Bu anlamda belli bir forma ve sisteme uygunluk göstermeyen, karşıtlıkların aynı dilden konuştuğu, edebi metinleri önemsiyorum.
Adlandırılamayan'a bir mânâ vermek gerekirse; kayıtsızlığın duyumsanışı derim. Nominalist ironi... :) Düşünsenize, görme işlevimiz bile, basit bir kamera sistemi değil çıkarımsal, çok sayıda bağlantı içeren beyin işlevinden ibaret... Yani görüntü herkese göre farklı. Bu durumda soyut gerçeklerin zihinsel özdeşliğinden kim sözedebilir :) Aslında, bir sesin kulaktan evvel, pek çok duyumsal kanalla bambaşka bir şeye dönüşmesi, bize pek çok şey söylemiyor mu? Bir sesin gerçekte ne olduğunu ifade edemiyorsak daha komplike bir duyumun kesinlik kazanması nasıl mümkün olabilir?..
Bir anlatı söz konusu olduğunda, bunun sayısız yolu bulunabilir ama "hiçbir şey söylemeden konuşabilmek"... Çok güç olmalı, bütün olasılıkları elemek ve mümkün bütün yolları yok saymak...Akıl alır gibi değil!..
Burada çevirmenin de hakkını teslim etmek lâzım, ustalık isteyen, büyük emek isteyen, çok zor bir metin.
En iyi hissettiğim 'Adlandırılamayan' oldu. Buradan bir yere varılabilir mi bilmiyorum :)
Uzun zamandır kalbimle değil, aklımla yaşıyorum. Tutkularımı, davranışlarımı sıkı bir dikkatle ölçüp biçiyorum, ama hep dışarıdan, içine girmeden. İki insan var benim içimde: Biri sözcüğün tam anlamıyla yaşıyor, öteki ise düşünüyor ve onu yargılıyor. Birincisi bir saat sonra vedalaşabilir sizinle, bir daha arayıp sormaz sizi, öteki ise ...
Benim için evliliğin büyülü bir anlamı vardır: Bir kadını ne kadar büyük bir tutkuyla seversem seveyim, yalnızca, onunla evlenmek zorunda olduğumu bana hissettirmesi sevgimin bitmesi için yeterlidir! O anda taşlaşır kalbim, bir daha da ısınmaz. Bundan başka her türlü fedakarlığa hazırımdır. Hayatımı da, onuru mu da yirmi kez koyabilirim ortaya... Ama özgürlüğümü asla vermem.
Ruh acı çekerken, haz duyarken inceden inceye yorumunu yapar her şeyin ve bunun böyle olması gerektiği sonucuna varır. Fırtınalar olmasa, sürekli güneşin onu kupkuru yapacağını bilir ruh. Kendi yaşamının derinlerine iner, sevilen bir bebek gibi okşar kendini veya cezalandırır. Ancak bu yüksek bilinç düzeyinde Tanrı'nın adaletinin bilincine varabilir insan.
Sürekli olarak çevresindekileri, kendisinin bu dünyaya göre biri olmadığına, Tanrı'nın onu gizli birtakım acılar çekmesi için yarattığına inandırmaya çalışmıştır; öyle ki, sonunda kendi de aşağı yukarı inanır olmuştur söylediklerine.
Başka ulustan insanların geleneklerine böylesine uyum sağlamış olması şaşırtmıştı beni. Aklın bu özelliği yerilmeli mi yoksa övülmeli mi, orasını bilemem. Ne var ki, zekanın bu özelliği, gördüğü her yer de (onun yok edilmesinin gerekliliğini veya olanaksızlığını gördüğü her yerde) kötülüğü bağışlayan olağanüstü aydınlık ve esnek bir sağduyunun varlığını gösterir.
Jose Saramago, insanı gördü ve kendisini derinden sarsan bu yalansız dolansız, rol yapamayan ama en çok da çırılçıplak gerçek bizi de rahatsız etsin istedi. Bu karşılaşmanın tesadüfen meydana geldiğini söyleyerek kadere yapılacak bir atıf, Saramago edebiyatını incelerken sözün ucunu Tanrı’ya getirmek olur. Ki Portekizli ustaya böylesi bir ihanet olsa olsa körlüktür. Çünkü Saramago dünyasında insan her şeyin yaratıcısı ve oyuncusudur. Hırsları, iki yüzlülüğü, ihaneti, vahşeti ve olur olmaz ortaya çıkan merhametiyle kaderin tek tayin edicisidir.