evimi bir sokakla aldattım, üstümde ay var bu gümüş semtinde bir sokağın üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor, ben artık yalnızca denize karşıyım
üstüme gelme ay hanım, Kuzguncuk otelinde iyilik katına çık, senin konukların ağır, ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım
ruhumun bir otelde ilk kalışı bu aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok, üstümdeki yabancıyla uyumalıyım
ruh semtinden kayık açma ay hanım! sana hazır değilim, senden yanayım kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden
Kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım, sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım
Mektup yaz, denize at nasılsa bir gün her mektup suların aynasında boy gösterir kimi boğulur kimi kaybolur kelimelerin yaralı kelimelere rastlarsanız sahilde bilin ki ölümden önce son arzuları denize bir şiir halinde geri dönmektir.
Siyah-beyaz fotoğraflardaki renkleri nasıl tahmin ettiğini sorduğumda, "Bakmakla görmek aynı şey değil, görmek yavaş yavaş öğrenilir. Görmeyi öğrenirsek, görüntünün ardındaki öze ulaşırız," demişti.
Şimdi düşününce hak veriyorum. Önce ayrıntıları fark etmeyi öğreniyorsunuz, gördüğünüz nesneyi parçalarına ayırıyorsunuz, sonra yeniden baktığınızda gördüğünüz bütünlük ilk algıladığınızdan .ok daha zengin, daha anlamlı oluyor. Önce tümdengelim, sonra tümevarım yöntemi. Başladığımız tüm ile vardığımız tüm farklı. Bir opera partisyonuna, bir müzik parçasına çalışır gibi tıpkı. . . .
İnsanlığın trajedisi, onu güçlü kıldığını sandığı vasıtaların (bilim, teknoloji vb.) aynı zamanda onun kuyusunu kazması, onun güçsüzlüğünün sebebi de olmasıdır.
Kristof Kolomb' un adamlarının nice yerliyi suçiçeği mikrobu bulaşmış battaniyeleri bile isteye -biyolojik savaşın ilk örneği!- öldürdüğünü, yerli bebeklerini köpeklerine yem yaptıklarını, İncil-barut-alkol sacayakları üzerinde zalim bir sömürgeciliğin boy verdiğini bugün biliyoruz.
Ölümün inkârı, giderek hayatın inkârına dönüşmekte; varoluşsal nevroz, insan ruhunu yurt Gaye yokluğu, modern tecrübeyle birlikte bir gulyabani gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır.
Hayatta en önemli şeydir arkanızda güzel izler bırakmak, İyiliklerle anılmak Sadece misafir olduğumuz bu dünyada güzellikten, iyilikten ve sevgiden başka her şey yalan…
Eskiden ahmak bir insan gördüğümüzde, dikkatimizi çektiği için şöyle bir bakar sonra yolumuza devam ederdik. Ancak günümüzde, sosyal medya sayesinde bu ahmakların milyonlarca takipçisi var.
Demek oluyor ki irade, fikirlerimiz ve duygularımız ile fiillerimizin arasına bir aklî muhakeme sokup nefsimize hâkim olarak bu aklî muhakeme ile de hareket edebilme kudreti bahşeden ruhsal hassadır.
Hayatımızın bütünü için güvenilir ve sağlam bir rehber olması bir tarafa, bu ilmin ne öğrenilmesi ve ne de uygulanması zordur. Aynı zamanda bu ilim, ciddi bir azimle arzulayan herkese terakki ve tekamül kapılarını açma imtiyazına sahip hoş bir vasıtadır.
"Bir de durmadan kötü, sıkıcı şeyler yazan, iş bilmez bir öykücünün eline düşmek var. En büyük korkum da bu. O zaman kim okumak ister ki beni, başımdan geçenleri kim az da olsa merak eder, değerli, sınırlı zamanını vakfedip, dinlemeye gönül indirir? Duyduğuma göre iyi öyküler bile yeterince okunmuyor, basılmıyor, hasbelkader eş dost yardımıyla yayınlansa bile doğru dürüst satılamıyormuş memlekette. Şiirle birlikte en az ilgi gören edebi türmüş öykü. Herkes anlayamazmış, yazması da hayli meşakkatliymiş zaten. Romandan bile daha zormuş. . . "
O gece, bu caz parçasını dinlerken, bana uzak yıldızlardan söz etmiştiniz. Ama hatırlamakta zorlanabilirsiniz. Çünkü insan acı çekerken bildiklerini bile unutuyormuş. Acıya son verilsin diye, her şeyi yapmaya hazır oluyor, her şeyi söylemeye razı geliyormuş. . .
Hayatın, "Hayat böyledir," diyen herkesin öne sürdüğü gibi öyle renksiz ve önemsiz, öyle gizsiz ve mucizesiz olmasıyla hiçbir zaman yetinmek istememişti.
"Hadi canım!" dedi hafifçe bağırarak. "Hayalet falan yoktur. Herkes böyle söyler." Ama onlar üstüne neden bu kadar çok öykü vardı öyleyse? Belki de, hayaletlerin gerçek olmadığını söyleyenlerin hepsi, bunu itiraf etmekten korkuyordu yalnızca.
Sana verilenlerle yetinme, nasıl yaşaman ve nelere tepki vermen konusunda bu sistemin seni şartlandırmasına izin verme.Ölüm aslında çok yakın insana.Gel gör ki insanlar hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşıyorlar.
Camiye gittiğimizde Müslümanız ama camiden dükkâna geçtiğimizde kapitalist. Ne kadar garip; sanki camide uyduğumuz Allah ile bize iş yerinde yalanı, haramı, faizi, insanları dolandırmayı yasaklayan Allah aynı Allah değilmiş gibi.