Soğuk bir ikindi vakti, Hasan, farklı bir iklimin pençesine düşer ve modern bir taziye evine gelir. Burada, insanların davranışları ve ortamın atmosferi onu derinden etkiler. Bir çocuğun içeri girmesi...
Çocuk, hıçkırıklar içinde, “Neredeydin? Seni çok özledim,” dedi.
Ölülerin güzeli, “Buradayım, korkma yavrum,” diye fısıldadı.
Ölümünün üzerinden sadece iki gün geçmişti. Çocuk, babaannesinin yanında büyümüştü; adeta gölgesi gibiydi. Bu nedenle, kısa iki gün ikisine de bir yıl gibi gelmişti.
Çocuk, ölülerin güzeline öyle bir sarılmıştı ki, cemrenin toprağa düşüşü gibi Hasan’ın hem renklerine hem de yaşlanmış ruhuna düştü.
Hasan, bu manzara karşısında büyülenmişti, ama zihninde soru işaretleri bir dağ gibi yükselmeye başlamıştı. Ölülerin güzeli beni görüyor mu? Ona soru sorayım mı? En çok da bu güzelliğin kaynağını merak ediyordu. Ölenler, bedenlerinden kurtulduklarında bu hale mi bürünüyorlardı? Kafasında yankılanan onlarca soru, acemi bir sanatçının enstrümanından çıkan gürültü gibi onu rahatsız ediyordu.
Ölülerin güzeli, “Söyle bakalım yavrum, beni özledin mi?” diye sordu.
Çocuk, hıçkırıklardan konuşamadı. Ölülerin güzeli onu kucağına aldı. Kanatlanarak açık kapıdan dışarı çıktı. Hasan’ın fırçalı kelimelerden oluşan tuvali, canlı bir manzaraydı; onları taşımak zor olmadı. Peşlerinden dışarı çıktı.
Onlara yetişmek mümkün değildi. Onlar karı bulut yapmış, üstünde uçuyorlardı. Hasan ise kara bata çıka, bazen sağa bazen geriye sendeleyerek onları takip ediyordu. Hava puslu, soğuk ve matem kokuyordu. İçeride ısınan Hasan, birkaç adım attıktan sonra kendisini soğuğun acımasız kesiklerinin içinde buldu. Oldum olası soğuk ve kapalı havaları hiç sevmezdi. Böyle havalarda hem zihni hem kalbi hem de ruhu daralıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi, bedeni de ağırlaşıyordu.
Sonunda bir eve girdiklerini gördü. Artık parmaklarını ve burnunu hissetmiyordu. Ama yine de başladığı işi bitirmek istiyordu. Evin bir metre yüksekliğindeki biçimsiz taş duvarından atlarken, ayağı üzüm ağacının birbirine girmiş dallarına takıldı. Büyük bir patırtıyla yere düştü. Birkaç saniye öylece kaldı. Etrafı dinledi, insan varlığına dair bir ses duymadı. Karın yere sessizce çarpması gibi, evin penceresinin altına gitti. Başını pencereden uzattığında, içeride büyük bir adamın televizyon izlediğini gördü. Haber kanallarından biri açıktı. Köşede, ölülerin güzeli ve çocuk, televizyon izleyen adamı seyrediyorlardı. Anlaşılan o ki, bu adam ölülerin güzelinin en büyük oğluydu.
Hasan, manzarasını resmederken, “Ölülerin güzeli, adamı taziyede görmediği için mi onu aramaya koyulmuştu, yoksa ödenecek bir hesap mı vardı?” diye düşündü.
Adam, çocuğun ve ölülerin güzelinin yanından geçip başka bir odaya gitti.
Hasan’ın ağzı açık kalmıştı. Adam, ölülerin güzelini görmemişti, çünkü o ölüydü. Peki, neden çocuğu da görememişti? Olaylar Hasan’ın gözünde ve tuvalinde tuhaf bir hal almaya başladı. Fırça darbeleri anlamlı çizgiler yerine, birbirine girmiş iplikler gibi anlamsız şekiller oluşturuyordu.
Hasan bunları düşünürken, çocuk ve ölülerin güzeli evden çıktılar ve başka bir eve vardılar. Hasan onları takip etmeye devam etti. Bu evde, yirmi beş yaşlarında bir kadın bebeğini emziriyordu. Kadının gözleri yaşlıydı. Gözleri tek bir noktaya dalmıştı. Anlaşılan, geçmişin tatlı ama acı veren hatıraları arasında annesini arıyordu. Ölülerin güzeli ve çocuk bir süre daha kaldıktan sonra başka bir eve geçtiler. Bu evde sadece kadınlar ve çocuklar vardı. Kadınlar, hilal şeklinde oturmuş, Kur’an-ı Kerim okuyorlardı. Gözyaşlarını gizlemek için beyaz yazmalarını sadece gözleri görünecek şekilde bağlamışlardı.
Hasan, mahrem bir yeri resmetmek istemese de içindeki anlam arayışına söz geçiremedi. Tüm bu olanlara anlam veremiyordu. Bir ara uykuya daldığını ve bir rüya gördüğünü düşündü.
Ölülerin güzeli, bu ruhani atmosferde etrafa ışıklar saçtı. Çehresinde meleğin gülüşü dans ediyordu. Gözlerini torununun gözlerine dikti ve ona neşeli bir ezgi fısıldadı.
Hasan, yanında bir karartı geçtiğini fark edince ne olduğunu anlamak için baktı. Yanından insanlar geçiyordu, ama hiçbiri onu görmüyordu. Artık bir rüyanın içinde olduğundan emindi. Ölülerin güzeli, çocuğu yere bıraktı ve süzülerek evden çıktı.
Karın içinde birkaç saat dolanan Hasan, sonunda kendini bir mezarın başında buldu. Ölülerin güzeli, mezarın başında oturmuş dua ediyordu. Mezar taşında herhangi bir yazı yoktu. Kime ait olduğu da belli değildi. Ölülerin güzeli, mezarın üstünde birikmiş karları temizledi. Ardından koynundan bir kâğıt çıkardı. Hasan, olanları dehşet içinde izliyordu. Ölülerin güzeli neden bir mezarın başında dua ediyordu? Ölüler mezarlarını tanıyorlar mıydı? Aklından binlerce soru geçse de endişelenmeye başlamıştı. Olanlar onun bünyesinin çok üstündeydi.
Kar, kimseyi rahatsız etmeden, ölülerin çığlıklarını bastırarak, kötülerin günahlarını gizleyerek yağmaya devam ediyordu. Serçeler, ağaçtan ağaca, daldan dala atlayarak küçücük yüreklerini ısıtıyorlardı. Mezarda ikisi dışında kimse yoktu. Hasan, kalbinde bir şeylerin kıpırdadığını fark etti. Zaman ilerledikçe kadın ona ...