Yıl 1943, İtalya’nın Torino kenti, hükûmetin faşist askerleri ile faşist rejime direnen partizanların çatışmalarıyla çalkalanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki düşman kuvvetlerin göklerden yağdırdığı bombalar ile hükûmetin desteğiyle kenti basan Alman askerleri de eklenince savaş iyiden iyiye kızışır. Kendisini istemediği bir savaşın ortasında bulan öğretmen Corrado’nun ise hayattan tek dilediği huzur ve yalnızlıktır. Savaşın vahşetinden kaçıp sığındığı tepelerin sessiz ormanlarında geçmişini ve pişmanlıklarını yâd ederken direnişçilerle tanışır. Onlar ile zaman geçirmeye başlasa da ne savaştaki tarafsızlığını bozmaya cesaret edebilir ne de yüreğindeki yalnızlığın boşluğunu doldurabilir. Bir yandan yaşanan vahşetin anlamsızlığını ve dökülen kanların amacını sorgularken diğer yandan Almanların ölüm kokan nefesini ensesinde hissetmeye başlar. Yazarın hayatı ve dönemi hakkında çokça bilgi sahibi olacağımız eserde savaşın anlamını ve getirdiği yıkımı bariz bir şekilde sorgulayan yazarın, Corrado karakteriyle aktardığı şu cümleler bunu kanıtlar niteliktedir. Ancak biteceğine inanmıyorum. Savaşa hatta bu sivil savaşa şahit olduktan sonra bir gün bitecek olursa herkesin dönüp kendisine şu soruları sorması gerekecek: “Peki ya yaşamını yitirenler? Onlar ne olacak? Niçin öldüler?” Bunlara ne yanıt vereceğimi ben de bilmiyorum. En azından şu an bilmiyorum. Bilen kimsenin olduğunu da sanmıyorum. Belki bunu yalnızca ölenler biliyordur ve belki savaş yalnızca onlar için tam anlamıyla bitmiştir.