«Ruh Adam», Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır. Müellifin tarihî romanlarını okumuş olanlar, tarihî bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde bulacaklardır. Bir tarih çeşnisinin de yer aldığı roman, yaşamanın gayesini yalnızca askerlikte bulan bir subayın hayatıdır. Tabiatüstü olaylarla anlatılan bir hayat hikâyesinin, dikkatle bakıldığı zaman, gerçeklerin sembollerle çerçevelenmiş ifadesinden başka bir şey olmadığı görülecektir. «Ruh Adam», kendi nefsi ile mücadele eden bir insanın macerasıdır. Edebî-ruhî tahlilini yapanlar, eserin hakikaten bir roman mı, yoksa yaşanmış bir hayat mı olduğunu kestirmekte hayli tereddüde düşeceklerdir.
Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder... Cismin sana yetmez mi Çabuk kalbini sök, ver! Yoktur öte âlemde de kurtulmaya bir yer! Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...
"Hakikaten şu insanlar pek müz'iç mahlûklardı. Kendi akıllarının üstünlüğüne inanarak başkalarına öğüt vermekten vazgeçmiyorlar, fakat kendi gülünçlüklerini, zavallılıklarını da bir türlü idrâk edemiyorlardı."
"Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla, Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla! Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım; Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. Gözler ki birer parçasıdır senden İlâhın, Gözler ki senin en katı zulmün ve silâhın, Vur şanlı silâhınla, gönül mülkü düzelsin; Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!"
"Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın... Anlatması imkânsız olan öyle bir an ki, Hülyâdaki ses varlığının gâyesi sanki... Bak emrediyor: Daldığın âlemden uyan ki, Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...
Sevdâ gibi bir gizli emel rûhuna sinmiş; Bir haz ki hayâlden bile üstün ve derinmiş. Gökten gelerek gönlüne rüzgâr gibi inmiş, Bir sır ki bu ölsen bile aslâ açamazsın..."
Cumhuriyet devrinin erken zamanlarında askerlik mesleğini yapan bir adamın atılması ve suçlanması üzerine işlenmiş kitabın konusu. Hayattaki her türlü zevke ve insana karşı ilgisini yitirmiş, her şeyden nefret eder hâle gelmiş bir adam olan Selim, karısı ve çocuğu da dâhil, üzerine konuştuğu her olguyla dalga geçiyor. Eskiden mesleği olan ve çok sevdiği askerlik mesleğinden bile vazgeçtiği noktalar var. Emir komuta zincirini eskisi gibi önemsemiyor. Yine de hayatta değerli bulduğu yegane şey askerlik.
Tasavvuf hakkında bir fikri yok, din konusunda zaten ilgisiz, edebiyat alanında da sadece şiir yazmış ve unutmuş yaşı ilerleyince. Askerlik kutsal olan, değerli gördüğü tek meslek.
Ilk başlarda tarihi bir kurgu romanı gibi geliyor ancak yarısından sonra özellikle bolca sembolizm okuyoruz. Doğaüstü olaylar gerçekleşiyor ancak bunlar da yazarın anlatmak istediğini soyutlaştırmasıyla ilgili. Mesela Ruh Adam, yani Selim, kendisi gibi düşünüp intihar eden arkadaşının arkasından intihar edemediği, hatta kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevdiği için kendisinden nefret ediyor. Arkadaşı askerlik uğrunda, ideolojisi uğrunda ölmüşken kendisinin hâlâ yaşama sevincinin olmasını katlanılmaz buluyor.
Güzel ve detayına kadar düşünülerek yazılmış gerçekten de ruhani yönüyle insanlara daha fazla hitap eden bir eser.
"Bana insanlardan mı bahsediyorsun?... Insanlar mâzide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir."