*Kadınlar gelip geçiyordu gözünün önünden. Sarışın, renkli gözlü kadınlar. Dara’ya bakarken değişiyordu o uğruna ölünesi gözler. Kırmızı, kıpkırmızı alev topu olup ateş saçıyordu her bir göz. Dara o ateşlerin arasında yanıyor, kendini kuma atıyordu ama kum da en az kadınlar kadar yakıyordu gencin bedenini. Ojeli parmaklar, rujlu dudaklar, irili ufaklı memeler, uzunlu kısalı bacaklar, kıllı koltuk altları, yağlı göbekler, ayva göbekler, kuru kalçalar, türlü türlü apışaraları... Kadına dair her organ fosforlu ışıklarıyla Dara’nın çevresinde halay çekiyordu. Bütün kadınlardan nefret ediyordu. Kadınlar da kum gibi pırıltılıydı, kadınlar da kum gibi kaygan ve kaypaktı. Doludizgin bir rüzgâr esiyordu Dara’nın kıyılarında...* * Bir tarafta Delikli Dağ’ın gazabından kaçan Dara, diğer tarafta her şeye rağmen düşlerinden caymayan Meryem... Onları çaresizlikler içinde bırakan kültürleri, coğrafyaları ve yaşamın bilinmezlikleri oldu. Ne var ki aynı çaresizlik, bir gün en güçlü ümitleri olarak çıkacaktı karşılarına ve felakete sürüklenen yaşamları *Bitti!* dedikleri yerde umulmadık şekilde yeniden yazılmaya başlayacaktı. Hikâye boyunca Ahmet Kaya’nın *Kum Gibi* şarkısını dinlemeye devam ederken, imkânsızların nasıl da mümküne dönüşebileceğine, buruk bir tebessümle tanıklık edeceksiniz...