Jack London, 1912 yılında İngiltere’de London Magazine’de yayımlanmaya başlayan Kızıl Veba yapıtıyla “kıyamet sonrası” edebiyatın öncüleri arasına girmiştir. Nüfustaki, bilim ve teknikteki, ekonomideki sıçramaların büyüsüyle gözlerin kamaştığı bir çağda yazar, uygarlığımızın kırılganlığını anımsatır. Yapıtı milyonlarca insanın doldurduğu şehirlerin ve kırların ıssızlığa teslim oluşundaki hızı bütün çarpıcılığıyla ortaya koyar. Yalnızca nüfusun değil, bilginin, üretimin, hatta dilin yitirilişi, eski uygarlıkla köprü olan bir profesörün gözünden yeni insanlığa anlatılır. Peki yeni insanlık bu ihtiyara kulak verecek midir? Kızıl Veba’da yirminci yüzyılın başından yüz yıl sonrasına, 2010’lar dünyasına bakan Jack London’ın öngörülerindeki keskinlik, kitabı bir klasik olmanın ötesinde, günümüz için hâlâ canlı bir eleştiri kılıyor.
Konusu oldukça ilginç ve roman olarak yazılsaydı Stephen King'in Mahşer'ine benzeyecek türde verimli bir konu 'dünyanın sonu' teması. Salgınlar, afetler ve kıyamet konuları zaten hem filmlerde hem de kitaplarda merak edilir ve sevilir.
London'ın bu tema üzerinde seçtiği tarzı da çarpıcı buldum. Kısa ama tatmin edici bir hikaye yazmış. Sosyolojik anlamda bahsettiği örnekler de dikkatimi çekti. Herkesi etkileyen tehlikeli durumlarda birçok kişinin daha fazla sorun çıkarması sadece bir kurgu değil. Bunları bizzat kendi ülkemizde de gördük.
Zaten zaman fark etmeksizin olağanüstü boyutta tehlikeli olan birçok olayda her şeyin tekrar ettiğini bu kısa kitaptan bile görebilirsiniz.
Aslında uzun uzun yorum yapılabilir ama herkesin okumasını ve dikkatini çeken şeyleri hikayenin içinden kendilerinin keşfetmesini öneririm.
"Yöneten sınıflar olarak bizler bütün toprakların, bütün makinelerin, her şeyin sahibiydik. Yiyecek getirenlerse bizim kölelerimizdi. Ellerimizdeki bütün yiyecekleri kendimize alır, aç kalmayıp çalışarak bize yiyecek getirmeye devam etsinler diye onlara da azıcık bir şeyler verirdik."