“Gidiyorlar, ağıt yakalım arkalarından. Çünkü gitmek var, dönmek yok.
Bağırlarına basmışlar çocuklarını ve dişlerini sıkarak. Yağmura, kara, dipçiklere ve saat kulelerine aldırmayarak. Tel örgüleri yarıp duvara tırmanarak. Bozbulanık, coşkun bir nehrin kederli köpüğü gibi. Aniden havalanan sığırcık sürüsü gibi… O kadar kalabalık ve kocamanlar ki kimse görmüyor onları. Bakıyorlar ama görmüyorlar. Ne televizyonlar ne uydular ne çocuk mamaları ne don ne gömlek. Onlar o çocuğun peşindeler, hani güzel fotoğraf. Denizin kustuğu cesetler ve defileler. Akıl yetirmeyin buna. Aklınıza tüküreyim nerde aklınız? Aklınız yok. Zaten siz de yoksunuz, ama paranız varmış.
Görmeye geldik.
O çocuğu oraya gömmeye geldik.
Diyeceğimizi dedik, bizi uğraştırmayın. Korku dağları bekliyor galiba, korkudan kurtulmak için, savaş kartalları sürekli o korkuyu bombalıyor. Ya gelirlerse diye gördüğünüz karabasanlar. Ve rüyalarınızı delik deşik eden tornavidalar. Onlar, o sırtında kırbaç şaklattığınız köleler, o kan, o asırlarca içtiğiniz kan. Boğulacağız, durdurun şu koşuyu. Durdurun yoksa dengemiz bozulacak, bir karadelik bizi yutacak. Boşuna, zulmün âbad olduğu nerde görülmüş? O koşu sonsuzluğa yönelmiş, bir gün yakanıza yapışacak. Fırtınayı kucaklayacak.
Uzaklardan, dağlardan, vadilerden gelen sesi dinleyin.