Aşkın Metafiziği, Deleuze ve Guattari’nin kavramlaştırdığı arzu felsefesinin önceden yazılmış, ancak çelişkili bir karalamasıdır sanki Küçük bir farkla: Schopenhauer aşkı, soyunu sürdürmek amacıyla insana kurulmuş hoş ve bilgece bir ‘tuzak’ olarak görür. Öyle ya, insan demenştir; tutkularla, öfkelerle, haykırışlarla, ani mizaç değişiklikleriyle, ihtilaçlı ve aşırı bir duygusallık gösterir, imkansız olanı ister ve fedakarlıkların faziletine inanır.
Yaşamak için yaşamakın içini aşkla doldurmak, bir süre sonra tehlikeli bir hal alır: itidalle için için yanmanın, kopmayla bağlanmanın diyalogları çürütür, çökeltir çünkü insanı Tam da bu noktada Schopenhauer’in iradesi devreye girer. İrade eşsizdir, akıl dışıdır, özgürdür; zamanın ötesinde ve bu nedenle değişimin, algının ve yıkımın da ötesindedir. Tuhaf olan ise şudur: Schopenhauer, kadınların hiçbir zekaya sahip olmadıklarını düşünür, ama zekanın insana anneden geçtiğini savunur. Başka bir deyişle, tutkular ve eğilimler babanın, irade ve zeka ise annenin mirasıdır.
Düşüncenin Yapı Taşları dizisi, uyumsuz insanlar olduğumuza inanmamızı arzulayan Schopenhauer’in kör iradenin oyununa yönelik tüyler ürpertici bir üslubuyla başlıyor: Aşkın Metafiziği. Eser, Mirela Axinte’nin Önsöz’ü ve Leo Franchi’in Sonsözüyle zenginleşiyor.
Erkek, kendisine yeterince kadın sunulduğu takdirde, kolayca yılda yüz çocuk meydana getirebilir; kadın ise, istediği kadar çok erkeğe sahip olsun, ikiz ihtimalini hesaba katmazsak, yılda sadece bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu nedenle erkeğin gözü hep başka kadınlardadır; kadın ise buna karşılık tek bir erkeğe sımsıkı sarılır: Çünkü doğa onu içgüdüleri gereği ve hiç düşünmeden, gelecekteki doğumun besleyicisi ve koruyucusunu yanında tutup korumaya sürükler. Bundan ötürü erkeğin eşine sadakati yapaydır, kadınınki doğaldır; dolayısıyla da, kadının ihaneti, nesnel olarak, sonuçları bakımından olduğu kadar, öznel olarak doğaya aykırılığı bakımından da erkeğinkinden çok daha az bağışlanabilir bir ihanettir.