“Her şeye büyük bir merak besliyordu. Gökyüzünü, açık denizi, karşı adayı, rüzgârın uyuduğu yeri ve daha çok şeyi... bilmek değil hissetmek istiyordu. Varlıktan çok yokluktu merak ettiği, hiçlik; tıpkı kendi gibi.”
Ahraz suyla başlayıp suyla biten bir roman. Romanın başkarakteri İsrafil, yüzüne kapıların kapandığı, küçük bir kıyı kasabasında toplumun günah keçisi yaptığı çaresiz Adile’nin tek oğludur. Suyun içine doğan bu ahraz çocuk, talihsiz annesi gibi çöp toplayarak ayakta kalır. Gelgelelim hayata sırtını dönmek yerine taşları, martıları, kayaların tüylü derisi yosunları, denizin dili balıkları arkadaş bilir; gökyüzünü yoldaş, ağacı rehber yapar. Yıllar sonra bir gün, kasabadaki tek dostu Marangoz Yusuf’la birlikte, kıyıya vuran iki yabancıya yardım eli uzatmasıyla ortalık karışacak, tüm kasaba halkını karşısına alacak, suyun zıddı ateşe kapı aralayacaktır.
Deniz Gezgin derinlerden çekip çıkardığı kadim anlatılar, pagan inanışlar ve tarihe göndermelerle örüyor romanını. Böylece doğa ile kültürün uyumla bütünleştiği zamansız, evrensel bir hikâye ortaya çıkarıyor.
Kalmak, sinsi bir kaderin sahibinin eşine tutuşturduğu intihar silahı gibidir; aciziyyetin doruklara ulaştığı bir hiçlik hali.Rüyasında koşan bir kötürümün uyanışı kadar ağır ve kaçışı imkansızdır.
Hiçbir lisan yabancı değil ona , kulağı da dili de yüreğinde bu çocuğun, senin anlaşmak dediğin nedir ki , her bizi duyan anlıyor mu ki ne dediğimizi...
Savaş bir şarkıları öldüremiyordu bir de anıları fakat ezgileri yakıyordu tek tek ve savaşta bile radyolar susmuyor , evvel zaman önce patlayan barutların isini çalıyordu.
Demiş miydim evvelden, sevgi bir kuştur gelir az ötene konar, gidip tutayım dersin, hop bir de bakmışsın uçmuş dama konmuş, sen peşine düştükçe o kaçar durur. Öyle işte…
.. babasız oğlanlar yüzlerinde anasoylu bir iz taşırlar. Ağızlarının kenarında yuvarlak mahcup bir yay ve başları bir tarafa eğimlidir; günaşık gibidirler