Aslında akıcı olmamasına rağmen kitabı elinizden bırakmamanızı sağlayacak çok yazar yoktur. Kafka da benim için bunlardan biri. Ağır ilerleyen bir konu, birçok alt önerme ile normal bir kurgu gibi ilerlemiyor. Yine de sarıyor ve merak ettiriyor.
Şato dediğimiz nedir kitapta, emin değilim. Somut bir yapıdan ziyade toplumdaki sınıfları belirtiyor olabilir. Yöneticiler, sıradan memurlar, çiftçiler ve dükkan işleten küçük tüccarlar... Orta kesimdeki bir memurun tüm bu sınıflarla olan iletişimini görebiliyoruz. Üst yöneticilere telefonla bile zar zor ulaşabilmesi, kendisinden aşağıda olanlar arasındayken önemli biriymiş gibi davranılması, yine de hiçbir zaman en üste ulaşamaması... Sınıflar arasındaki çizgiyi çok keskin bir şekilde işlediğini düşünüyorum.
Bir gencin bakış açısından yazılmış. Aslına bakılırsa yaşadıklarını ve hissettiklerini doğrudan aktarıyor karakter. Anlatım ne kadar absürt olursa o kadar çok ilgimi çekti. Özellikle bir kısımda elini ceketinin içine atıp sanki yarasını tutuyormuş gibi davranması. Bunu yaparken de hayali yarasının acısını kimseye belli etmemeye çalışması baktığınızda oldukça mantıksız ve tuhaf. Duygudan duyguya atlaması ve çocuksu hayal gücünü sonuna kadar kullanması çoğu yetişkini sıkacak bir durum sanırım. Yine de sürekli belirli bir mantığa dayalı klasik yazım metotlarından sıkılmış olanlar için güzel bir kaçış olabilir bu eser. İçinde bir düzen aramadan sadece okur ve sempati duymaya çalışırsanız çok eğlenceli gelecektir çocuğun dünyası. Hem eğlenceli hem de oldukça kasvetli. Çünkü direkt olarak hayatta bizi tedirgin eden noktalara değinmiyor ve ders vermeye çalışmıyor olsa bile, onun anılarını okurken siz empati yapıyor ve ister istemez can sıkıcı noktaları da yakalıyorsunuz.
On Küçük Zenci ve Doğu Ekspresinde Cinayet kitaplarında sonra hâlâ insanı heyecanlandırabiliyor Agatha. Normalde yazarlar özellikle polisiye kurgularında kendilerini tekrar ederler. Hep aynı tadı verir John Verdon kitapları gibi. Lakin Agatha'nın kitaplarının her biri kendine özgü bir gizem taşıyor. Katilin kim olduğunu saklamak için de saçma karakterleri sonradan uydurulmuş delillerle suçlamıyor. Bu türü sevenlere tavsiye ederim okuduğum tüm kitaplarını.
Kendi konağında ailesiyle birlikte yaşayan Münire'nin hikayesini okuyoruz. Kitabın on ikinci sayfasında, "Insanlar içinde niceleri aşk yolunda can verdiler. Niceleri cinayet işlediler ve bir nicesi de veremden sararıp solmaktadır. Benim maceramda ise, ne intihar, ne cinayet, ne de hastalık var. Bundan bir roman mezvuu çıkartmak nasıl aklımdan geçebilirdi?" diyor ancak kendi hikayesini okuduktan sonra Münire'ninkinin de küçümsenemeyecek kadar trajik olduğunu anlıyoruz.
Çünkü saydıkları acı verici de olsa, bir genç insanın geleceğini yok sayarak hiç sevmediği birisiyle evlendirmek ve onu tamamen yabancı bir yerde çaresiz yaşamaya mecbur bırakmak da o insanı verem edebilecek bir derttir.
Günümüzde odamızdan çıkmadan uzun süre zaman geçiriyoruz değil mi? Ama yalnız değiliz Münire gibi. Elimizdeki en basit telefonla bile bizim gibi insanları bulup dertleşebiliyoruz. Ancak Münire'nin evlilik günlerini okurken midem bulandı ve başım ağrıdı. O evde geçirdiği zaman boyunca konuşacağı kimsenin olmaması, tamamen yalnızlığa hapsolması ve günümüzde teknolojiden canımız sıkılınca yaptığımız gibi ceketini alıp kafasına göre yürüyüşe çıkamaması oldukça iç karartıcı detaylardı. Zaten o dönemlerde özellikle kadınlar pek dışarı yalnız çıkmıyorlar. Çıkarlarsa da üstü kapalı arabalar ve eşlik eden hizmetliler ile çıkıyorlar.
Ne dışarıda ne içeride, hiç yalnız kalıp ağlayamadığınızı, yürürken taşları ayağınızla sürükleyip kendi kendinize yabancı sokaklara giremediğinizi düşünün cinsiyetiniz ve yaşınız ne olursa olsun. Evde de üstelik, eşiniz olacak insanın sizi aldattığını, üstüne de normal bir sohbeti sürdürecek kapasitesi olmadığını düşünün.
Bence yeryüzünde cehennem bu şekilde olurdu. Hem manevi yalnızlık hem de fiziksel olarak yalnız olamamak.
Celal karakterinin Dilber'i kaybettiğinde delirecek noktaya gelmesi, romantizm falan bunlar iyi güzeldi de hiçbir zevk vermedi. Dokuz yaşındaki küçücük çocuğun oradan oraya cariye diye satılması kurgunun geçtiği zaman ne kadar eski de olsa insanın canını feci sıkıyor. Sonunda da çocuk bir türlü huzura kavuşamıyor.
Okumasanız daha mutlu hissedersiniz ancak okumasak bile zamanın bir yerlerinde bunları ve daha kötülerini yaşamış çocuklar olduğunu biliyoruz. Tanzimat dönemini, o geçiş periyodunu tanımak için okumak isterseniz önerilebilecek bir kitap. Aksi halde ağır bir tarihi dram sevmiyorsanız okuyacak başka bir şey tercih edebilirsiniz bence.
Gizem içinde gizem barıdıran kitaplar çok akıcı oluyor. Ahmet Ümit'in de gizem katmanlarını çok doğal bir geçişle planladığını düşünüyorum.
Kitabın ana karakterleri olan üç arkadaşın öyküsünü okurken hiç beklemediğim bir sonuca ulaştım. Arkadaşların keyifli ve dramatik anları belirli bir düzenle ve tam dozunda verilmiş okura. Başlangıcından kitabın sonuna kadar okuması zevkli bir suç kurgusuydu.
Tantûra, 1948 yılında İsrail askerleri tarafından 200 den fazla Filistinlinin katledildiği, geriye kalanların ise sürgün edildiği Hayfa'nın yakınlarında yer alan bir sahil köyüdür.
Yazar birinci bölümde, Tantûra'da yaşayan baş karakter Rukayye ile bizi tanıştırıyor. Rukayye 14 yaşından 70'li yaşlarına kadar kitap boyunca bize hayatını anlatıyor. Rukayye önce amcasının oğlu ile evlendiriliyor sonra işgaller sebebiyle ülkesini terk etmek durumunda kalıyor. Arkadaşlarından, akrabalarından, kokusuna doyamadığı limon ağaçlarıyla süslü sahil kasabasından yıllarca ayrı yaşıyor. Lübnan'a yerleşiyor. Doktor eşi olması, eğitimli çocuklar yetiştirmesi, bulunduğu bölgede diğer insanlara göre daha güvende hayatını devam ettirmesi onu şanslı bir Filistinli yapıyor diyebiliriz.
Karakterler ve hikâye kurmaca olsa da kitapta yaşanan olaylar, yerler, katliamlar, tarihlerin gerçekliliği, kaynaklar ve kitabın sonunda yer alan haritalar ile belgelendirilmiş. Belki bir belgesel ya da tarih kitabı olarak bu bilgiler karşımıza çıksa bu kadar dikkat çekici olmaz ve duygu yoğunluğu böylesi hissetirilmezdi. Her gün karşımıza çıkan bu haberlerin, bir kadının gözünden başarılı bir şekilde aktarılması ruhumuza dokunmasını sağlamış. Kitapta yer alan bir çok sahnede empati kurup duygulanmamak elde değil.
Ve "bir gün geri döneceğiz" anlamına gelen "anahtar" bir sembol olarak Filistinli tüm kadınların boyunlarında saklı duruyor.
Mısırlı yazar Radvâ Âşur, ömrünü Filistinlilerin hikâyesini duyurmaya adamış bir kadın. Ve bu kitap Türkçe yayımlanan ilk kitabıdır. Çevirmenin dili çok sade ve anlaşılırdı. Şimdiden okuyacak olanlara keyifli okumalar dilerim.
Kavim'den sonra yazarın en sevdiğim kitabı Patasana. Okuru, frame tale tekniği ile hem tarihin derinliklerine sürüklüyor hem de gizemi, arkeolojiyi ve aksiyonu bir araya getirerek akıcılığı başarılı bir şekilde sağlıyor.
Benim en sevdiğim kısım da özellikle bu antik hatıralara dönülerek, arkeolojik bulgulara dayandırılarak aktarılmış bölümlerdi.
Tarihi kurgu ve polisiyeyi sevenlere tavsiye ederim.
Okumaya başladığım ilk günlerde sayfaları yüzümde gülümseme ile geçerdim. Keyif alırdım okurken. Fakat ilerledikçe artık Feride'nin içinde bulunduğu durumdan, her gittiği yerde benzer olaylarla karşılaşmasından, seneler geçse de Kâmrân'ı unutamamasından sıkılmaya başladım. Farklı bir şekilde ilerler diye düşündüğüm kitabı, bana hitap etmeyecek bir hâlde fazla sıradan ama bir o kadar da abartı -gerçek hayatta belki 1/1000 ihtimalle yaşanır çünkü- buldum. Sanki yazar, gönlünü kaptırdığı bir kız varmış da onu bu kitabında anlatmış.
Edebiyatımızın önemli eserlerinden olmasına rağmen ben pek beğenmedim ama yine de güzel, okuyabilirsiniz.
Bu eserinde Akif İnan, baştan sona edebiyatımızı etkileyen tarihi süreçlerden, farklı medeniyetlerden yer yer alıntılar yaparak bahsediyor. Hangi dönemde hangi yazarlar öne çıkmış, hangi edebî akımlar daha çok tutulmuş vs. gibi meselelere güzel bir üslupla değinmiş. Kısa bir kitap, hemen okunup bir köşeye bırakılacak türden.
Grangé, unutulması zor karakterler ve olaylar ortaya koymayı başarıyor. Şu ana kadar bu yazardan on üç tane kitap okudum. Içlerinden ya birini ya da ikisinin detaylarını unutmuşumdur. Bu da salt o konuların veyahut karakterlerin çok ilgimi çekmemesinden kaynaklı.
Mermer Adam'da da yine özgün, yüksek bir hayal gücünün yaratmış olduğu akıcı bir kitap sizi bekliyor. Merakınızı kamçılayacak ufak bir detay vermek gerekirse Hitler zamanında geçen, olağanüstü plot twist ve gizemlerle dolu bir suç kitabı.
Kitapta olumsuz yönde eleştirebileceğim pek bir şey yok. Ikinci dünya savaşının toplum üzerindeki etkisi, bazı insanların durumu kabullenip başkalarının acı ve sefaletini kendi avantajına kullanmaları, kötülüklerinden kendileri bile etkilenen, dengeleri bozulan insanlar... her detay ayrı etkileyici ve gerçekçi yazılmış.
Malesef bugün bu soykırıma tüm dünya şahit olmaya devam ediyor.
Empati yapıyorsunuz, vatan sadece bir toprak parçası değil, toprağından koparıyorlar, burnunda tütüyor, boynuna evinin anahtarını asıyorsun, yıllarca geri döneceğin günü bekleyerek yaşıyorsun biraz şansın varsa.
Filistinliyseniz, mülteciyseniz size kampta bile rahat yok demektir. Kitapta beni şaşırtan sığındıkları ülke Lübnan askeriyle soykırımcıların işbirliği yaptıkları kısım oldu.
"Lübnan topraklarında Filistinli varlığına asla izin vermeyeceğiz." Bizi kâğıtlarda "katiller", "mikroplar", "çöpler" diye adlandırıyorlardı. İsraillilerin onları bizden kurtarmak için geldiğini, İsrail'le iş birliği içinde hareket ederek güç kazanacaklarını söylüyorlardı.(syf:232)
Okuyup rafına koyabileceğiniz bir kitap değil, araştırmaya yönlendiren birçok konu var.
Soykırımın içine doğan bir kadının hayatını okuyoruz, Rukayye ve onun ailesini. Soykırımı okuyorsunuz ve hala bu soykırım devam ediyor. Tüm zalimlerin kahrolmasını istiyorsunuz.
Kitapta, Kemal Tahir’in daha önce yayımlanmamış ya da taslak olarak kalmış öykülerinin yanı sıra kitaba ismini veren Dutlar Yetişmedi öyküsü de dahil, yaklaşık otuz tane, insanın aklında yer edecek türde hikâye yer alıyor.
Kitaba ismini veren Dutlar Yetişmedi'nin kahramanları da, yine yazarın Karılar Koğuşu kitabının ana karakterleriymiş sanırım.
Sosyal statü fark etmeksizin, insanların asıl niyetlerinin ve taktıkları maskelerin tamamının farkında olan bir yazar. Siyasi görüşünü pek desteklemiyor olsam da toplumsal sorunlara karşı lafını hiç esirgememesi ve kendine özgü kinayeli yazım tarzı aşırı hoşuma gitti.
Bütün Öyküleri'nin derlemesi toplam dört ciltten oluşuyor. Kalan üçünü de okumayı umuyorum. Romanları daha çok sevilmiş fakat ben öykülerini tercih ederim. Sayfalarca, zaten çoğunu deneyimlediğimiz sorun üzerine sorun okumayı sevmeyenlere kısa ama etkili öykülerini öneririm
Merhabalar ben bu nacizane çalışmanın çalışanı( yazarıyım) bu kitabi takıntıyla boğuşan tüm okbzedelere ithaf ediyorum okuyun ve bilinçlenin Saygılarımla...
Bu kitap, yazarın önceki eseri Lontano’nun devamı niteliğinde bu arada. Karakterler neredeyse aynı olsa da bu kitapta, ilk kitapta çözülmeyen tüm gizemlerin birer birer ortaya çıktığını görüyoruz.
Grangé’nin bu kitabı, Siyah Kan’dan sonra en sevdiğim kitabı olabilir. Tipik polisiye kitapları genellikle dedektifin tehlikeye düşmesi veya katilin yöntemi veya özellikleriyle ilerlerken fazla detaya girmez. Ancak bu kitap aceleye getirilmemiş; adım adım çözülmesi gereken çok daha derin bir gizem barındırıyor. Bir gizem çözüldüğünde, bu sizi başka bir gizemin başlangıç noktasına götürüyor.
Aşk, bedene değil ruha duyulursa aşk olur. O sebeple aşkın cinsiyeti olmaz. Kimi zaman bir sohbettir aşk, kimi zaman yoldur aşk, kimi zaman ise yolculuğun ta kendisidir. Mevlana Şems arasındaki bağı anlatan muhteşem bir kitap serisi. Aşkı bulanlara selam olsun…
Vazgeçmenin eşiğine geldiysen, bu kitabı okuduktan sonra bir daha düşün…
Hayatın neler getireceğini kimse bilemiyor. Her şeyi yoluna koyduktan sonra bir anda hayatımız tersine dönebiliyor, ummadığımız sorunlarla karşılaşabiliyoruz. Her şey yolunda ya da planladığımız şekilde giderken hayatı yaşamak kolay. Asıl başarı hayatımızın akışından çıktıktan sonra verdiğimiz tepkiler ve aldığımız kararlar… Durgun suda herkes kaptan, mühim olan dalgalı denizde gemiyi kıyıya sağ salim yanaştırabilmek… İşte gemisini sağ salim kıyıya yanaştıran Sayın Profesör Doktor Ozan Bahar’ın hikayesi… Sanma ki dert sadece sende var… Senin derdini nimet sayanlar da var…
Kaygı ve korkularımızın bizi köleleştirmesine karşı bir dialog
“Tanrım bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme gücü, değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesareti ve bu ikisi arasındaki farkı anlayabilme sağduyusu ver.”
Reinhold Niebuhr'un bu güzel sözü, kitapta anlatılan fikirleri öyle güzel özetliyor ki, incelemenin başına bu alıntıyı koyarak başlamak istedim.
Eser de dikkatimi çeken ilk şey; Epiktetos'un eserini yaklaşık 2000 yıl önce yazmış olmasına rağmen, o dönem insanların gündelik telaşlarına dair anlattıklarının bugünün insanında da aynen var olması oldu. İnsanların hayatları, yaşadıkları şartlar, aletler, sistemler, teknolojiler değişse de hayata dair amaçlarımız, kaygılarımız, arzularımız ve beklentilerimiz neredeyse aynı noktada kalmış. Evet dünya değişmiş ama biz değişmemişiz. Beklentilerin, dertlerin, acıların ismi değişmiş ama bizde uyandırdıkları duygular aynı kalmış.
Epiktetos'un kitabında önemli bir yer verdiği ve günümüz insanını da oldukça yoran önemli bir problemle başlamak istiyorum. Yani hayata dair "kaygı ve korkularımızla". İnsan, elbette endişe eden bir varlıktır. Hayatın metalaşması, başarının en büyük amaç haline gelmesi ve toplumsal bazı şartlanmalar günümüz insanını oldukça kaygılı hale getirmekte. Şuan toplumda %18 gibi yüksek oranda insanın hayata dair aşamadıkları kaygılara sahip oldukları bilinmektedir. Günümüzde artık gelecek kaygısı, ölüm korkusu, çaresizlik hissi hiç olmadığı kadar yoğun yaşanmaktadır. Bunun sebepleri üzerine çok şey söylenebilir. Burada daha çok Epiktetos'un çözüm önerileri üzerine duracağım.
Epiktos'a göre hayatta iki tip olay vardır. Elimizde olanlar ve elimizde olmayanlar. Elimizde olan ve değiştirebileceğimiz şeyler, tamamen bize ait olup sahip olduğumuz tek şey olan; irademizdir. Değiştiremeyeceğimiz şeyler ise; diğer insanların bizim hakkımızdaki görüşleri-hareketleri, maddiyat, gücümüzün yetmeyeceği her türlü olay, felaket ve durumdur. Epiktetos, irademiz dışında gerçekleşen şeyler için kaygı duymamız gerektiğini, ne kadar endişe edersek edelim bunları değiştiremeyeceğimiz söylemektedir. Bizim asıl düşünmemiz gereken şey, değiştirebileceğimiz şeylerdir: Yani irademiz. İnsan ne kadar kaygılı ve korku dolu olursa o derece kendisini kısıtlamış olmakta ve özgürlükten uzaklaşmaktadır. Korkularımız en büyük hapishanemizdir. Akıllı bir insan korkusuz olmalı yalnızca içinde bulunduğu an'ı yaşamalıdır. Kaygı ve korku varken zenginlik, mevki, aşk, aile sahibi olmak hatta kral olmak bile insanı köle yapmaktadır. Sadece düşüncelerimiz bize aittir. Sahip olduğumuz metalar bize ait değillerdir. Onlara bağlanmak bizim yaşama amacımız değildir, her türlü maddi şeye bağlanmaktan ve onları arzulamaktan kaçınılmalıdır. İnsan bu hayatta sadece kendisine güvenmeli, en büyük yardımı Tanrı'dan beklemeli, diğer insanlardan bir şey beklememeli ve onlardan gelen her şeye sabırla göğüs germelidir.
Epiktetos, kaygı ve korkunun temeline de inerek, bu duygularımızın temelinde arzularımızın yattığını söyler. Beklentilerimiz bizi peşine takarak bir ömür koşturmakta, adeta özgürlüğümüzü elimizden almaktadır. Peki ne için? diye sorar. Bu hayatta bir ömrü harcayacak kadar değerli olan şey nedir? Hangi arzumuz bizi köle kılacak kadar kıymetlidir? Karşılıklı dialoglar halinde bu sorulara cevap vermektedir: Arzulamak, insanı mutsuz kılmaktadır. Kaygılarımızın ve korkularımızın sebebi arzularımız, değiştiremeyeceğimiz şeylere karşı gösterdiğimiz direnç ve hayata dair yanlış bakış açımızdır. Eğer hayatı doğru şekilde yorumlar ve gereksiz şeyleri arzulamazsak, hayatımızı kaygılarımızdan arınarak doğru ve gerçekten özgür olarak yaşayabiliriz. Yazar, bizi kaygılandıran en önemli olaylardan birisi olan ölüme dair ise bir trajedi değil, yaşanması kaçınılmaz bir hakikat olarak yaklaşmıştır. Bu noktada Epiktetos'un ölüm ve yaşama dair görüşlerinin oldukça spiritüel hatta dinsel olduğunu söylemeliyim. Zira filozof, ölümün bir son olmadığını ve bir dönüşüm olduğunu söyleyerek insanı ölüme bakış açısını değiştirmeye çalışmaktadır.
Epiktetos, bu fikirlerinin adeta yaşayan birer temsilcisi olan Sokrates ve Diyojen'i pek çok yerde örnek vererek onların yaşadıkları bağımsız hayatı anlatmaktadır. Filozof'un anlattığı bu örnek yaşamlar günümüz insanı için de oldukça büyük bir problem olan kaygıya dair değişik bir bakış açısı sunmaktadır. İnsanın dünyada ki biricik amacı: Tanrı'ya mutlak bir bağlılık ve onun yaratış amacına uygun şekilde yaşamak, kaygıdan ve korkudan kurtulmak, iyi ve dürüst bir insan olarak her ne yaşarsak yaşayalım etkilenmeden hayatımızı devam ettirmektir. Eserde anlatılan yaşam tarzı stoacı ahlak anlayışının tam bir resmini çizmektedir. "İyiliğe ve erdeme adanmış bir hayat" yazara göre yaşanmaya değer tek yaşamdır. Bunu felsefi örneklerle genişletmiş, gündelik hayatta karşımıza çıkması muhtemel pek çok senaryoyu ayrıntılı şekilde açıklamıştır. Eserin, genel anlamda hayatta başımıza gelen olayları doğru yorumlamak ve ne şekilde düşünmemiz gerektiğine dair bir fikir atlası olduğunu söyleyebilirim. Şahsım adına oldukça istifade ettiğimi belirtmeliyim. Bazı görüşler günümüzün modern dünyası için biraz ütopik kaçsa da yine de okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.
İnsan aşk için neler yapabilir? Bir insan bilgiye ulaşmak için ne kadar çaba harcayabilir? Herkes sana "yapamazsın" dese de kendine inanarak devam edebilmenin sırrı nedir?
İşte tüm bu soruların cevabı iki kelime de özetlenebilir: "Martin Eden"
Jack London'ın yaşadığı dönemde bugün olduğu gibi sanat, edebiyat ve kitaplar herkes için değildi. Sadece seçkin bir kesimin yani burjuvaların hizmetine ve beğenisine göre tasarlanmış bir sanat anlayışı hakimdi. Eğitim, sadece seçkin bir kesimin emrindeydi, insanlar ya üst neslinden gelen maddi imkanlarla eğitim alarak seçkin bir zümreye dahil oluyor ya da ağır ve zor şartlarda işçilik yapıyorlardı. London'da küçük yaştan itibaren her türlü ağır işte çalışmış; istiridye korsanlığı, boksörlükle, çamaşırcılık, -altına hücum döneminde- altın aramış, cezaevine düşmüş, yeri gelmiş dilencilik yaparak hayatla mücadele etmiş bir insan olarak maceraperest, zorlu bir hayat yaşamıştı. Yaptığı değişik işler ve dünya yolculukları süresince pek çok değişik olayı, farklı insanı ve hayatın acımasız -gerçek- yüzünü görmüştü. Yaptığı gözlemlere göre bir insan dünyada bu ağır şartlar altında çalışmak için gelmiş olamazdı. Bu sebeple daha çok kazanabileceği, aynı zamanda kendisi için bir tutku olan yazarlık mesleğine yöneldi. Bunun için pek çok değişik kitap okudu, eğitimli olmamasına rağmen elinden geldiğince kendini geliştirmeye çalıştı, her türlü felsefi konuyla ilgilendi. Bu sürecin sonunda oldukça kıymetli yazılar yazarak bunları edebiyat dergilerine gönderdi. Bir derginin yazılarından birisini beğenerek 25$ vermesi üzerine yakaladığı motivasyon onu büyük bir yazar yapan kapıyı aralamış oldu.
London'ın yaşadığı döneminde edebiyatın aristokratlar için yapılıyor olması edebi ürünlerin hayatın gerçeklerinden uzak, seçkinlerin hayatını anlatan, mutlu sonla biten bir masallar dünyası haline gelmesine yol açmıştı. London bu anlayışı ısrarla reddederek halkın gözünden, halk için yazılar yazdı. Bu şekilde proleterler için yazı yazan ilk yazardır. Sonuçta hayatın binbir yüküyle mücadele eden insanların trajik yaşamlarını yazdı ve onu her kesimden, her kültürden milyonlarca insan okudu. London aynı zamanda yazdığı edebi metinlerde felsefi bir altyapı sunan ve bu minvalde yazılar yazan da ilk yazardır.
Karl Marx, Herbert Spencer, Friedrich Nietzsche ve Charles Darwin en çok etkilendiği insanlardır. Kitaplarında sosyalizmi çokça anlatmasına rağmen, Nietzsche'nin bireyselciliğini de yansıtmıştır.
İncelemeye London'ın hayat hikayesiyle başlamamın nedeni Martin Eden'in bizzat yazarın yaşamından kurgulanmasıdır. Bunu, yazarın "Martin Eden benim" demesiyle de anlayabiliriz. Martin Eden tıpkı London gibi hayatın zorluklarını çekmiş, kendi döneminde hor görülen bir sınıfa mensup olmasına rağmen sürekli kitaplar okuyarak kendisini geliştirmiş ve yazar olmak için büyük çaba harcamıştır. Tüm bu çabaları da sevdiği bir burjuva kadın için yapmıştır. Martin Eden yazar olmak ve para kazanabilmek için kendini geliştirmesiyle birlikte fikir ve felsefi dünyası da gelişmiş ve değişime uğramıştır. Yalnız eserde Martin Eden figürü London'ın Sosyalist yapısından ziyade bireyselci yapısı ile ön plana çıkmıştır. "Martin Eden bireyselci olduğu için öldü ben ise sosyalist olduğum için yaşadım" diyerek yazar bu durumu kendi tarzıyla ifade etmiştir.
Eserde Martin Eden'in herkesin aksini düşünmesine rağmen kendine inanması, yüksek bir özgüvenle işine sarılıp başarı uğruna vazgeçmeden direnmesi gerçekten takdire şayan bir çabadır. Şüphesiz bunda geçmişte yaşadığı zorlu yaşamın etkisi vardır. O dönem yazarlık yapan entelektüel züppe burjuvaların aksine Martin Eden hayatı her yönüyle görmüş, insanlara ve hayata dair müthiş gözlemler yapmıştır. İlk dönem London'ın hayatında da olduğu gibi pek çok yazısı "üslup" hataları yüzünden yayımlanmamış ya da düzenlenmiştir. Martin Eden eserde başarılı yazarların yazılarını çokça araştırmış ve başarılı olacak tarzı özenle taklit ettiğini belirtmiştir ki gerçekten de London hakkında pek çok yazarın intihal veya benzerlikler sebebi ile eleştirisi söz konusudur.
Eser o dönem dünyanın içerisinde bulunan sınıf çatışmasını bir aşk ilişkisi üzerinden kurgulamıştır. Sevdiği kadını kazanabilmek adına sınıf çatışmasının tam göbeğine düşen Martin Eden, bir yandan hayatın güçlükleriyle mücadele ederken bir yandan da içinde bulunduğu sınıfa yönelen önyargı ve aşağılamayla da mücadele etmiştir. Fakirlik, kimsesizlik, dışlanma gibi olumsuzları haddinden fazla yaşayan kahramanımız eserin ilerleyen kısımlarında tüm bunların üstesinden gelebilecek mi? Bunu da kitabı okuyacak olan okurların merakına bırakıyorum.
London'ın bu maceraperest ve hayatı basit yaşama felsefesi Amerikan Toplumunu ziyadesiyle etkilemiştir. Hatta yine büyük bir yazar olarak addebileceğimiz Charles Bukowski'nin hayatı da London'ın ve eserinde anlattığı Martin Eden karakterine çok benzemektedir. London'ın alışılmış yazar profilinin dışında birisi olması çok anlamlıdır. Eğitim almamış olması, aristokrat olmaması, halktan birisi olması ve buna rağmen büyük bir başarı elde etmesi o döneme kadar yaygınlaşmış olan sanatın burjuvaların tekelinde olduğu imajını yerle bir etmiştir. Bu başarısı şüphesiz ki kendinden sonra ki kuşaklar için bir motivasyon ve güven kaynağı olmuştur. Bir insan okuyarak, kendini geliştirerek, eğitim almadan, yüksek edebi ve felsefi zenginliğe ulaşabileceğinin canlı bir örneğidir. Bugün herkesin sanat üretebilmesi London gibi adamların varlığının bir sonucudur. Bu açıdan London, edebiyat dünyasına emsalsiz hizmetler etmiş bir yazardır. London'ın hangi süreçlerden geçerek bu başarıyı yakaladığı Martin Eden karakteri üzerinden anlatılmaktadır. Başlı başına büyük bir mücadele, aşk ve felsefi derinlik içeren eseri herkesin okumasını tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim :)
İyinin içindeki kötüyü, kötünün içindeki iyiyi; Kabil'in bakış açısından bildiğimiz kıssaların içinde Saramago'nun kurgu bineğiyle zaman sıçramalarıyla tanıyoruz. Adem ile Havva'nın oğlu, Habil'in eti tırnağı ama onu öldürüp içinde yaşatanı, Lilith'in şehvetinin kölesi, İbrahim'in oğlunun koruyucu meleği, Sodome ve Gomore'deki masum kadın ve çocukların yüreği, Lut'un hikayesinin tanığı, Eyüb'ün habercisi, Nuh'un insan soyunu devam ettirme mücadelesindeki girişimini bertaraf edeni olarak tanıyoruz Kabil'i. "Gezgin ve sürgün" mahkumiyetinin yolculuğunda Kabil, yazgısındaki onu yaşamaya mecbur eden anlamı ararken bir düelloda buluyor kendini. Vicdan, dürüstlük, mantık sahip olduğu en güzel değerler iken kardeş katili olmayı içinden atamayışını kadim şahsiyetler üzerinden şahit oldukları ile korkusuz bir yüzleşmeyle bırakıyor yeryüzünün sessizliğine... Kabil'in soruları, her seferinde ona hatalarını hatırlattığı muhatabı, tüm bunlar okuru tersköşe yapıyor. Sert bir kitap olduğu söylenebilir bu yüzden tavsiyem okurken hassasiyetlerinizi paranteze almanızdır. Zira sıra dışı bir kitap. Nicelik olarak hacimli olmasa da miras bıraktığı sorular, beyninizde hatırı sayılır bir hacimde şişiyor. Eğlenceli ve bol virgüllü bir anlatıma da sahip.
Kitabı tavsiye üzerine okudum. Sürekli olarak "şunu bir oku", "kitap çok iyi okumalısın", "kitapla alakalı fikrin ne" gibi arkadaş baskısı sonucu okumaya karar verip daha ilk sayfalarda şaşkınlık yaşadığımı belirtmeliyim. Kitap güzel, anlatım tekrarlar yüzünden cinnet geçirtse de fena değildi amma görüşler yazara ait değil :)
Yani kitapta bahsi geçen fikirler: 1- Epikür 2- Epiktetos 3- Buddha ve değişimle alakalı görüşler de Herakleitos'a ait. Yazarımız bu felsefecilerin fikirlerini atıf yapmadan kullanmış. Yani her türlü fikir insanlığın mülkü ve kullanımındadır ama hayatını bir felsefeye adayıp ciltlerce kitap yazmış adamların görüşlerini de alıp kendininmiş gibi de kullanmak ne bileyim :)
Kitap içerik olarak Buddha'nın "dünyayı değiştiren zihninizdir", Epiktetos'un "olaylar siz onları nasıl görüyorsanız öyledir" ve Epikür'ün ölüm ve yaşamla alakalı görüşlerinden sentezlenmiştir.
Yazar eserinde tıpkı Hermann Hesse gibi doğu-batı felsefesini sentezlemeye çalışmış, yine günümüzde oldukça revaçta olan stoacı felsefeyi günümüze uyarlamaya çalışmıştır. Bu açıdan başarılı olduğunu söylemeliyim. Okunabilir, insana bazı düşünsel metotlar verebilir ama kitapta anlatılan görüşleri daha detaylı öğrenmek için yukarıda belirttiğim, yazarın fikirlerini alıntıladığı yazarlar üzerinden devam etmenizi öneririm. Keyifli okumalar dilerim :)
Kemal Sayar'ın okuduğum ilk kitabıdır "Ruhun Labirentleri". Yeryüzünde şu veya bu topluluğu biricik kılan şey nedir sorusuyla karşılıyor bizleri. İnsanları bir araya toplayıp benzerlikler arasında tasnif etmeye yeltenen bir bilim anlayışına karşı, insanın biricikliğine vurgu yapan ve farklılıkları gözeten bir alternatif anlayışının yolculuğuna çıkıyorsunuz. İnsanı anlamak için tarihe ve topluma bakmak gerekir diyor sayın yazar. İlmek ilmek işliyor satırlarında her bir bilgiyi.
Benlik, kişilik ve kişilik bozuklukları kavramlarının kültürel okumasını yaparken, bilginin dini, tarihi ve kültürel doğasına da atıfta bulunuyor. Benliğin boşluğu, beden, bellek ve kimliğin buluştuğu yer, aile ve çocuk, kimliklerin aşınmasına dair derin konularda araştırmalar yaparak geniş bir coğrafyadan derlenen cevaplarla Ruhun Labirentleri'nde geziniyorsunuz.
Yazarın kalemi akıcı, konuları merak uyandırıcı ve manevi eksiklerimizi tamamlayıcı kıvamda. İyi ki okudum dediğim bir kitap oldu. Ethem Bakır'ın İrade Terbiyesi kitabı tadındaydı. Kesinlikle herkesin kütüphanesinde bulunması gereken kitaplardan biri olmalı.
Iran'ın önemli şairlerinden Şirazlı Sadi'nin iki önemli eserinde biridir Gülistan. Hem nesir hem de nazım biçimi ile yazılmıştır bu kitabı.
Her yaştan insanın dostluk, aşk, yaşlılık, terbiye, kanaat gibi türlü konularda ders çıkarabilecekleri, daha çok dini öğütler yer alıyor. Bu öğütleri daha etkileyici kılmak için de kısa hikayelerle desteklemiş Sadi Şirazi. Birçok tavsiyeyi yerinde ve mantıklı buldum. Günümüz için bile geçerliler. Ancak yer yer eskimiş, gelişmiş bir devir için yetersiz ve yanlış tavsiyeler de mevcuttu.
Keskin nişancı ve eski asker arasında geçen güç gösterisi desek daha yerinde bir tanımlama olur bu kitap için. Aksiyonu gayet yerinde. Ne abartmışlar ne de adrenalini söndürmüşler. Tam kararında bir kovalamaca ve yerine göre bazı küçük toplumsal hicivleri de aşırı beğendim.
Kemal Tahir'in doğal ve her duruma uyum sağlayan üslubunu seviyorum. Her ne kadar politik görüşünü desteklemesem de gerek Mike Hammer çevirileri gerekse Çorum üçlemesi -Büyük Mal, Köyün Kamburu, Yediçınar Yaylası- kitapları ile gerçekçi ve yerinde eleştirilerde bulunduğu eserler ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Kemal Tahir eleştirilerini esirgememiş, biraz da provokatif bir cesurlukta dile getirmiş. Oldukça sert ve bu tür yaşantılarla karşılaşmamış kesimin aşırı bulacağı türde gözlemleri var.
Gerilim ve korku türünde yazılmış olsa da o tansiyonu hissedemeyeceğiniz bir kitap ortaya çıkarmış David Moody.
Kitabı hiç beğenmedim demiyorum. Konusu sıradan zombi ve hastalık filmlerinden oldukça farklı, dili de akıcı. Ancak kelimeleri ve anlatım tarzı sönük kalmış. Hafif bir gerilim bile geçmedi bana. Tüm insanlığı etkileyen korkunç bir salgının, yaratması gereken dehşeti hissedemedim. Özellikle kitabın ilk yarısından sonra, climax dediğimiz hikayenin en keskin olması gereken an, olayların dönüm noktası olan bölüm, oldu bittiye getirilmiş.
Akıcı ve farklı kurgusuyla bu kitabı zombi veya hayatta kalma türlerini sevenlere tavsiye ederim.
Nietzsche bir decadent ama aynı zamanda decadent değil. Çelişki kafa karıştırıcı dursa da olayın çekirdeği de bu. Insan ne iyidir ne kötü, bunların ötesindedir. Bizler tarafından, bazı durumları karşılaması ve kolay sınıflandırılması için üretilmiş terimlerle değişmez bir etiketlenmeyi kabul etmiyor. Varoluşun getirdiği zorluklara katlanmak yerine, olumlu kılarak yaşama enerjisini korumak için hayatı sevmeye teşvik ediyor kendisini.
Fikir yoğunluğundan dolayı okuması çok kolay değildi ilk başta. Fakat Nietzsche'nin ideolojisini anlayıp sindirerek yavaşça okursanız hem farklı hem de özgün bir bakış açısı sunuyor okura.
Konusundan özetle bahsedecek olursam aşkın, bencilliğin, zaman içinde değişen insani duyguların gelişimini gözleyebileceğiniz ama karakterlerin arasındaki ilişkiyi kesin olarak saptayamayacağınız tuhaf bir hikaye.
Dostoyevski, diğer kitaplarından daha farklı bir tarz ortaya koymuş olsa da özellikle karakterlerinin karamsarlığı hep aynı. Derinliği ve yabansılığıyla aklımı meşgul edecek türde bir kitap. Karşıma çıktığı için memnunum.
Dostoyevski seven herkese bu kitabını da tavsiye ederim.
Adın da anlaşılacağı üzere bizim perspektifimizden "uzaylılar" ile olan bir mücadele konu alınmış. Günümüz için bile yeterince sağlam bir bilim kurgu olduğuna inanıyorum. Çünkü kitaba ulaşacak herkes zaten uzayla ilgilenen ve en ufak keşifleri takip eden insanlar değil. Tatmin edici şekilde, rising action kısmından climax'e kadar detayları sağlam oluşturulmuş bir kitap.
Johann Hari, Britanyalı yazar ve gazeteci. Depresyonun gerçek nedenleri ve beklenmedik çözümlerine dair derinlemesine araştırmalar yaparak okuyucusuna 361 sayfalık bir argüman sunuyor. Yazarın daha önce "Çalınan Dikkat" isimli diğer kitabını da okumuştum ve oldukça başarılı bulmuştum.
Johann Hari kitabın önsözünde, yediği bir elmanın kimsayal ilaçlar nedeniyle hastalanmasına neden olduğunu, bulantı ve kusma şikayetleriyle bir kaç gün hastanede yatarak tedavi sürecinin bir soru ile hayatını nasıl etkilediğine dair hikâyesiyle bizleri karşılıyor. Doktorunun ona "bulantına ihtiyacın var" sözleri bir mesaj niteliğindeydi. Bu mesaj, depresyon ve kaygının gerçek nedenine ve oradan dönüş yolunu nasıl bulabileceğimize uzanan yolculuğa yön veriyordu.
Yazar önce kendi hayatını anlatarak bu kimyasal ilaçlarla tanışma hikâyesini paylaşıyor bizlerle. "Depresyonla ilgisi olmayan dürtülerim olmuştu hep" sözleri, kitabın ilerleyen sayfalarında yazarın özel hayatına dair ipucu da vermektedir ayrıca.
Araştırmalarına dayanarak depresyonda artışa yol açan her şey kaygıda da artış yaratıyor, kaygıda artışa yol açan herşey de depresyonda artış yaratıyordu. Yani birbirleriyle bağlantılı bu iki duygu durumunun tek başına değerlendirilmediğini söylüyordu. Serotonin ve dopamin gibi bu ilaçları alan insanların tek ortak noktası, ilaçların işe yaradığı inancıydı.
Beni en etkileyen bölümlerden biri "yas istisnası" bölümüydü. Yas döneminin ilaçlarla tedavi edilmesinin insanın özünü yadsımak anlamına geldiğini şu örnekle aktarıyordu. Hastalardan birinin kızı, parktan kaçırılıp diri diri yakılmış. Bu anneye olayın üstünden yıllar geçtikten sonra hâlâ ıstırap çekiyor diye akıl sağlığında bir sorun olduğunu nasıl söyleriz. Oysa DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı)'de yazılı olan bu. Yas acısının akıl dışı şöyle dursun zorunlu olduğu, annenin ise; onun ölümünü atlatmak istemiyorum ki sözleri bu sürece destek veriyordu.
Yoksulluk içinde yaşayan insanların depresyona girme ihtimalinin daha yüksek olduğu, fakir bir mahallede yaşayan, köpegi ölen, çocuğu hapse giren, kocasına şizofren tanısı konan, yalnız yaşayan kadınları da hesaba katınca ortalamaya bakıldığı zaman daha uzun vadede strese maruz kalmalarından kaynaklı olduğu söz konusuydu.
İlaçların bu kadar kolay verilmeden önce "hayatında neler oluyor? Canını yakan, değiştirmek isteyebileceğin bir şey var mı?" soruları sorulmuş olsaydı belki de çok daha farklı ilerlerdi süreç.
Toplarlayacak olursak ki hiç de kısa tutulacak gibi değil bu kitap, hepimizin bulantıya ihtiyacı var. Çektiğimiz acıya ihtiyacımız var. Bu mesajı ilaç alarak görmezden gelemeyiz.
Avcı kitabıyla ismine ve kalemine aşina olduğum bir yazar Paul Cleave. Yalnız önceki kitabına nazaran Temizlikçi biraz zorlama bir kurgudan oluşuyor. Sanki insanların, iyi bir aksiyon filminden sonra müzik dinlerken hayalini kurduğu fantezileri kitaba dökmüş gibi yazar. Gerçekçi ve detaylarıyla aklınızda yer edecek bir kitaptan ziyade, birkaç günde okunup unutulacak bir kitaptı bana kalırsa.
Okuyalı uzun zaman olmasına rağmen aklımda yer etmiş bir intikam kitabı. Fazla bir beklenti içine girmeden gizemin ve gerilimin tadını çıkarabilirsiniz.
On sene önce suç türünde yeni ve farklı bir kitap arayışındayken keşfetmiştim Ana Kuzusu'nu. Gerçekten de farklılık konusunda beklentinizi karşılayacaktır. Sadece konuda boşluklar vardı ve yazar, amatörce bir anlatım ortaya çıkarmıştı. Kitap eleştirmeni değilim ancak on sene geçmesin rağmen hâlâ konusunu ve zayıf anlatımını net bir şekilde hatırlıyorum.
Özellikle doğru eğitimin ve adaletin önemi üzerinde durulduğu için, Emile Zola bu kitapta mutlu bir toplumun gerçeğini açıklar. Yobazlığın ve gericiliğin, eğitimden aileye kadar her sosyal kurumu nasıl bataklığa çektiğini keskin bir dille yazmıştır. Özellikle eğitimcilere tavsiye ederim.
Jack London'ın kendi hayatından alıntılar yaparak alkolün etkisinin nasıl yavaş yavaş sirayet ettiğini gösteren bir kitap. Beş yaşında içkiyle tanışmasından itibaren hayatının sonuna kadar alkolün hep elinin altında olduğundan şikayet ettiği ve nedenlerini de yine kendi hayatıyla açıkladığı bir eser ortaya koymuş.
Şiirsel bir tragedya. Karakterler ve anlatılmak istenen çaresizliği kelimelerde hissedebiliyorsunuz.
Olayın hikayedeki noktaya geleceğini söyleyen kehaneti önlemek için babası, Oidipus'u ölüme terk eder. Ancak efsane bu ya, Oidipus kurtulur ve tam da kehanete uygun şekilde hayatına devam eder.
Başka bir şehirdeki Polybos ve Dor Merope tarafından yetiştirilir. Bir gün sarhoş birisi kendisine evlatlık olduğunu söyler. Ailesine sorduğunda ise bunu şiddetle yalanlarlar. Yine de kahine giden Oidipus, annesiyle birlikte olacağını ve Babasını öldüreceğini öğrenir. Bu kaderden kaçmak için de ailesini terk eder. Bu eylem onu, gerçek ailesine ve kahinlerin söylediği o korkunç geleceğe iter.
Menkıbelerden, destanlardan, dinlerden, takvimden ve Türk yaşam mantığından, kültürüne kadar her türlü konuya bölüm bölüm yer verilmiş ve detayları ile anlatılmış. Oldukça akıcı ve anlaması kolay. Kendi geçmişini, Arap kültürünün etkisinden öncesini merak edenler mutlaka okumalı. Tarihimizin ne kadar köklü ve zengin olduğunu anlamak için önemli bir kaynak Ziya Gökalp ve Hüseyin Atsız.
Turan, Ergenekon, Altın Destan gibi konularda yazılmış şiirleri kapsayan bir eser. Ziya Gökalp, anlatmak istediklerini düzyazı ile de başarılı bir şekilde işliyordu ancak şiirler başka güzel. Hem sarıyor hem de istediği mesajı veriyor.
Milleti ile ilgili olguları araştırıp okumak isteyen, ancak sürekli bilgi yağmuruna maruz kalmaktan boğulanlara bu kitabı öneririm. Enerji toplamanıza yardımcı olabilir. :')
İtfaiyecilerin yangın söndürmek yerine kitapları yakmakla görevli olduğu bir dünya düşünün. Salt diğerleri kendini zeka konusunda yetersiz hissetmesin veya belirli bir topluluk, kitapta geçenlerden rahatsız olmasın diye onları ortadan kaldırmak çok daha iyi bir çözüm Fahrenheit evrenindeki insanlara göre.
Bu insanlar evlerinin her duvarına kocaman ekranlar yaptırıp sözde akrabaları ile görüşüyorlar. Başka iletişim denen bir şey de yok.
Peki ya bu itfaiye erlerinden birisi, kitapları yakmak yerine içinde ne yazdığını merak ederse ne olur? Bulundurmak bile suçken Montag, kitaplara bir şans verip okumaya çalışıyor ve yaşadığı sistemden tamamen kopuyor.
Kitap çok iyi düşünülerek kurgulanmış ve oldukça akıcı. Sıkılmadan bitireceğinizden eminim. :')
Gerek kitap boyunca, gerek de kitabın sonu ve Neriman'ın kararı olsun, sürekli Neriman'ın hayatından memnun olmayışını kötü göstermeye çalışma ve olumsuz lanse etme durumu var. Bu bana çok anlamsız geliyor. Insanlar yenilik karşısında elbette meraklı olurlar. Şu an yeni bir teknolojik cihaz piyasaya düşse herkes peşinden gider. Yeni bir moda akımı olsa takip ederiz. Doğal olarak Neriman da varlığından yeni yeni haberdar olduğu bu gelişmeleri denemek istiyor.
Kendi kültürümüzü korumak ve yaşatmak çok güzel ve desteklenmesi gereken bir nokta ancak sembolik olarak verilen ud konusunda bile sevmeyen bir insana zorla dayatmak hiç de kendi kültürümüzü geliştirecek bir şey değil. Olması gereken şey, Neriman'ın yenilenmiş zevkine göre bir enstrüman denemesi ve ikisini de kendi keyfine göre kullanmasıdır. Mesela ben de bağlama ile ilgileniyorum. Bazı zamanlar bundan sıkılıp elime gitar aldığım oldu. Ancak "Bu batı icadı." Gibi engellemelere maruz kalmadığım için bir baskı hissetmedim ve özgürce keyfime göre her müzik türünü denedim ve hâlâ da bağlamayı çok severim. Tabii bu oldukça yüzeysel ve sembolik bir örnek. Demek istediğim, insanlar baskılandıklarında aslında zevk aldıkları şeylere bile öfke duyup uzaklaşmak isteyebilirler.
Ayrıca değişmesi gereken çok şey olması da doğal. Bu kitabın geçtiği tarihin biraz evvelinde kadınlar cumbalı pencerelerin olduğu evlerde tutsak gibi yaşıyor, kendilerine ait hiçbir sosyal hayatları olamıyordu. (Taaşsuk-ı Talat ve Fitnat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan Hep O Şarkı gibi kitaplarda bolca geçiyordu) Bir genç kadın için, ya da herhangi bir insan için keyif almadığı hayatı yaşamak ne kadar zordur oysa. Şimdi dizilerin bir bölümü biraz geç çıksın insanlar ne kadar öfkeleniyor değil mi? Ya da gittikleri yerlerde internet bulamayınca nasıl hüsrana uğruyorlar. İşte bu hayat kalitesini artırmakla ilgili. Ve kitaptaki Neriman'dan beklenen yaşantının kalitesi bu zamanda kimsenin katlanmak istemeyeceği bir düzeyde.
Bu kitap hakkındaki yorumları görünce bunları düşünmekten kendimi alamıyorum. Acaba Neriman'ın yenilik arayışını, "Kendi kültürüne hainlik ediyor, Şinasi gibi yaşamalı, Macit'le Harbiye'deki batılıaşmaya ve medeniyetin getirilerine hayran olması çok kötü." Şeklinde düşünen insanlar o zamanda bir kadın olarak yaşamak durumunda olsalardı şimdiki zevklerinden kolayca sıyrılıp mutlu bir hayatları olur muydu?
İçinde bolca farklı müzik sohbeti, mistik olaylar ve gizemli bir anlatım var. Başta kitaba bir türlü ısınamadım ancak iki sayfa falan sürdü bu durum. Oldukça ilgi çekici bir konusu var ve olay örgüsünde hata veya kopukluk da yok.
Iki kardeş daha çok baskın gibi diğer karakterlere göre. Bunun biri normal sayılan bir genç ancak diğeri gaipten sesler duyup peşin takılacak potansiyele sahip ilginç bir karakter. Bu ikinci kardeşin hikayesi çok etkileyiciydi genel öyküden bağımsız olarak.
Bence bu türü sevmeseniz de bir şans verin. Insanın düşüncelerini zenginleştiriyor ortalama uzunlukta bu hikaye.
Yazarların, salt kendi düşüncelerini belirli bir düzen olmaksızın kitaba aktarmaları normalde okuyucuda ara verme isteği uyandırır sürekli. Peyderpey okumak daha kolay gelir çünkü hikaye anlatır gibi akıcı bir anlatım olmaz. Her yazılan, kişinin kafasındaki öz fikirleri olduğu için okuduğunuzu yorumlamak da istersiniz. Hemen sonuna geleyim. Ne olacak acaba, tarzı bir merak uyandırmadığı için başı da birdir sonu da.
Bunu Tolstoy'un Itiraflarım kitabında da, aynı olmasa bile Yer Altından Notlar'da ve düşünce yazısı olmasa da Iskender Pala'nın Itiraf kitabına da yaşamıştım. Fakat Sadık Hidayet okuduğunuzda farklı bir şeyler olduğunu hemen anlıyorsunuz.
Yazarın iç dünyasının hem karamsar ve mistik olması hem de zaman zaman kendine karşı başka bir düşünce içine girmesi olsun, sizi pek sıkmıyor. Kitap sürekli olarak takıntılı bir insanın ölüm arayışı ile devam etmiyor.
Fakat incelenecek çok fazla şey de yok kitapta. Bunun için yeterli kaynak olmadığından değil, daha çok benim psikoloji alanında bilgim olmamasından dolayı. Eğer bu konuda eğitim almış birisi analizini yapsaydı, bana öyle geliyor ki çok ilginç noktaları yakalayıp yorumlayabilirdi.
Ilk bölümünde insanları suni olarak nasıl ürettiklerinden bahsediliyor. Az oksijen vererek zeka seviyelerini düşürüyorlar ve işçi grubuna dâhil olacak insanları üretiyorlar. Ya da sıcak havaya maruz bırakarak ileride sıcak bölgelerde yaşamalarını ve o civarın demircilik gibi mesleklerini yapmalarını sağlıyorlar.
Kısaca insanlık artık normal bir şekilde doğup sevgi dolu ebeveynlerin yanında yetişmiyor. Tamamen yapay ve şartlandırma yoluyla istedikleri sınıfları özenle oluşturuyorlar.
Bu yeni uygar dünyanın yanı sıra bir de ayrı bölgelerden bahsediliyor. Uygar dünyada yaşayan, hastalık, ölüm, yaşlanma, ebeveynlere sahip olma ve başkasını sevme gibi "zayıflıklardan" arınmış insanlardan farklı olarak ayrı bölgelerde bizim için normal olan insanlar yaşıyor. Bir anneden doğuyorlar. Bu da uygar dünyadaki insanlar için korkunç bir şey.
Detayları bir kenara bırakırsak müthiş güçlü bir hayal gücü barındıran dystopia kurgusu. 1984, Son Ada, Fahrenheit 451, Otomatik Portakal sevenlerin de ilgisini çekecektir mutlaka. Başlarda kitabı ısınmak biraz zor oluyor yine de bitirmeye değerdi bence.
Herkesin bildiği pek meşhur bir kitap. Yanlış hatırlamıyorsam çizgi filmi de vardı. Bir çocuk kitabı olarak okuduğumda gayet keyif verici ancak bunun ötesine biraz abartılmış gibi geliyor bana. Kitabı sevmediğimden değil ama çocukluk günlerine fazla bir özlemim olmadığından dolayı verilmek istenen mesajları pek anlayamamışımdır belki de.
Livaneli'den okuduğum ikinci kitap. Son Ada da politik mevzular içeren bir kitaptı. Bu kitap da öyle ancak buradaki yazım çok daha akıcı ve sürükleyici. Bazen tüm mesajları unutup sadece kurgusal bir öyküymüş gibi okuduğum oldu. Kitabın ismi de oldukça ironik.
Türkiye'den başka bir ülkeye sığınmacı olarak gitmiş olan Sami, bir hastalığı olduğuna kendisini inandırmış birisi. Hastenede karşılaştığı geçmişinden bir isimle intikam planları kurması ve kendi iç çatışması anlatılmış.
Türk edebiyatındaki garip, birinci yeni, akımının öncüsü olan Orhan Veli'nin şiirlerinin derlendiği kitap. Sanat toplum içindir, dediği için şiirlerinin arasında illaki kendinize yakın hissettiğiniz birçok eser bulacaksınız bence. Kafiyeyi ve ölçüyü reddeden garipçiler, şiirlerinde günlük ve herkesin anlayacağı ölçüde sade bir dili tercih ederlerdi.
Yine bir dystopia eseri ve yine yazılanlara empati kurarak her birkaç sayfada sinir krizleri geçiren zavallı okurlar...
Son Ada'da, 1984'te, Hayvan Çiftliği'nde ve Fahrenheit evreninde de sürekli olarak aklını gerektiği gibi kullanamayan insanların gözlerinin önündekini fark etmeyişlerine ya da bir ihtimal umursamayışlarına öfkelenmemek elde değil.
Ülkemizde de çok okunanlar arasında olduğunu düşündüğüm 1984, anti utopia türünde yazılmış ustaca planlanmış bir eser. Okyanusya isimli bir ülkede, tek ve mutlak bir gücün iradesi altında yaşayan insanlar anlatılıyor.
Naim Efendi'nin konağında başlıyor tüm hikaye. Naim Efendi tam bir Osmanlı kültürünün insanı. Fakat torunları ve damadı ise yeniliklere çok düşkünler. Kızı ise pek bir şeyi umursuyor gibi görünmüyor. Ne kocasının, babasına olan art niyetli tutumu ne de çocuklarının yanlış yolda gidiyor olmaları kadını pek alakadar ediyor kitapta.
Fatih Harbiye'de olduğu gibi yine batı kültürü meraklısı bir genç kız var olayın temelinde. Dedesi tarafından seviliyor ve karşı gelinmiyor hiçbir isteğine. Torununa süslü bir kıyafet almak konağın birincil ihtiyaçlarını gidermekten daha mühim Naim Efendi için.
Yaşlı olduğu için mi, yoksa artık hiçbir şeyi umursamadığı için mi bilmiyorum ama Naim Efendi kendi elleriyle sonunu hazırlıyor. Normal ve sağlıklı düşünen insanların yapacağı ilk şey kendisini suistimal edenlerden ailesi olsa bile uzak durmaya çalışmak, o da olmazsa araya belirli bir manevi ve maddi duvar örmektir ki yaşlılığının son anları huzur içinde geçebilsin. Ancak kendisinin tutumu, daha hızlı öleyim, arzusuyla üst üste yanlış kararlar vermek.
Hangi süper güce sahip olmak isterdiniz sorusuna genelde düşünceleri okuma, ışınlanma ve görünmezlik gibi olağanüstü yetenekler akla gelir. George Wells de görünmezliği fantastik türden bilim kurguya yaklaştırarak gerçekçi bir olağanüstü kurgu yaratmış.